Göçmenler, Suriyeliler, siyasetçiler

“Güney” coğrafyasının kurbanları… 

Siyah Afrika’nın pamuk, Haiti’nin pirinç, Meksika’nın  mısır üreticisi köylüler… Önce IMF, Dünya Bankası, NAFTA programları yüzünden ulusal destekleme politikalarını yitirdiler; sonra  da ABD’de, Avrupa’da  devlet kaynakları ile semiren Batı çiftçileriyle rekabet edemediler; topraklarını yitirdiler. Neo-liberalizmin kurbanları ve ekonomik göçmen olarak denizleri, sınırları aşarak Avrupa’ya, ABD’ye geçiyorlar.  Çalışmak, geride bıraktıkları yakınlarını ayakta tutabilmek için… 

Ülkelerindeki savaştan, faşizmden, siyasi cinayetlerden kaçan sığınmacılar var… Bugünlerin örneği binlerce Honduras’lıdır… Haziran 2009’da ülkelerinin ilk solcu başkanı Zelaya, ABD destekli faşist bir darbe ile devrildi; ülkeleri kısa zamanda “dünya cinayet rekortmeni” oldu. Onlar da önce Guatemala’ya, oradan da Meksika’ya geçtiler ve ABD sınırındaki dikenli tellere dayandılar. 

Emperyalizmin Afganistan, Irak, Libya, Suriye saldırıları sonunda ölülerini toprağa veren Orta-Doğulular… Yıllardan beri, denizlerde boğulmayı göze alarak Avrupa’ya sığınmaya çalışıyorlar. 

Kapitalizmin ve emperyalizmin “Güney” coğrafyasındaki kurbanlarından söz ediyorum. “Yasal göçmen işçi” konumuna geçinceye kadar bu insanları kim, nasıl koruyacak? 

“Kuzey” coğrafyasının mağdurları…

Madalyonun öteki yüzü de var: 1980 sonrasında neo-liberalizm Batı’da da benimsendi; yerleşti. Krizlerin de katkısıyla işsizlik arttı; işçi sınıfının geçmiş kazanımları eridi. Batı’nın büyük sermayesi, göç dalgasından tedirgin olmadı. Neo-liberalizmin içsel şoklarına, işgücü piyasalarına katılan göçmenler ek katkı yaptı. Göçmen nüfusun payı yüzde 15’lere yaklaştı; “yedek emek ordusu” böylece de beslendi. 

Sonuç, son yirmi yılda Batı’nın “yerli” işçi sınıflarında ücretlerin erimesi, işsizliğin, yoksulluğun yaygınlaşması oldu. Neo-liberalizm ve emperyalizm, iç ve dış etkenlerle “Kuzey” coğrafyasının mağdurlarını yarattı. Bunları kim koruyacaktı?

Sosyal demokrasi topluca  neo-liberalizme teslim olmuştur. “Sol”, artık, sınıf mücadelesi ile değil, liberal değer yargıları ile tanımlanmaktadır. Göçmen işçiler konusunda “liberal değerler”,  büyük sermayenin konumu ile çakışır: “Sınırlar açık tutulsun; işgücü piyasaları beslensin…” Sosyal demokratlar bu formüle “özgün” bir katkı yaptı; “göçmenlerin refahını, entegrasyonunu” da ekledi.

Komünist, devrimci partilerin marjinalleştiği dönemden söz ediyorum. “Ulusal” işçilerin sorunlarına neo-faşizm sahip çıktı. Geleneksel solun geçmiş söylemlerinden kimilerini benimsedi; refah devletinin zayıflamasına, küreselleşmeye tepki gösterdi. Daha da önemlisi faşizmin, milliyetçi, ırkçı sloganlarını öne çıkardı; sınırların göçmenlere kapatılmasını savundu.

Avrupa işçi sınıfı, siyasette giderek neo-faşizme  kaydı. Sosyal demokrasi erirken neo-faşist partiler yükseldi; geleneksel burjuva partilerinin ana rakibi olmaya başladı. 

Fransa’da iki seçimde başkanlık için yarıştı. Bugün, Avusturya’da, İtalya’da hükümette yer alıyorlar. İskandinavya’da, Hollanda’da sermaye partileriyle koalisyon ortaklığı daima gündemdedir. 

Almanya’da neo-faşist parti (AfD), bugün parlamentonun ana muhalefet partisidir. Eylül 2018’deki bir kamuoyu anketi, AfD’yi %18’lik bir destekle Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD’nin) bir puan üzerine, Almanya siyasî partiler yelpazesinde ikinci sıraya çıkardı.      

İşçi sınıflarını sahiplenen sol 

İstisnalar da var. Batı solunun bazı bölümleri neo-liberalizm rüzgârına kapılmadı Ülkelerinin sınıf mücadelesini yeniden keşfedenler de var. 

İngiltere’de Corbyn, İşçi Partisi’nin sosyalist, kamucu geleneğini yeniden sahiplendi. Avrupa’yı kuşatan sığınmacı dalgasının sorumluluğunun emperyalizm olduğunu teşhis etti. Yahudi lobisinin, büyük sermayenin hedefi oldu.

ABD’de Sanders Amerikan sosyalizminin Eugene Debs’e uzanan tarihsel mirasını benimsedi. Clinton’un liberalizmine ve Trump’ın demagojisine karşı  sınıfsal bir muhalefet kampanyası sürdürdü. Bu sayede Başkanlık ön-seçimlerinde 13 milyonu aşkın oy topladı. Aday olsaydı Trump’ı yeneceği ileri sürülmektedir. 

Melenchon, Fransız sosyalizminin geleneksel değerlerini sahiplendi; sosyalist ve komünist partilerin boşluğunu doldurmaya çalıştı. Sosyalizm, İtalya’da siyaset yelpazesinden “ayıklanmıştı”. Melenchon  bu dramın Fransa’da tekrarını (en azından şimdilik) önledi. 

Portekiz ve İspanya’da komünist partiler ve sosyalizme dönük sol akımlar, işçi sınıflarının taleplerini sahiplendi. Bu sayede bu ülkelerde neo-faşizm gelişemedi. 

Almanya solu da işçi sınıfının neo-faşizme teslimiyetini önlemeyi hedefleyen bir tartışmayı başlattı. Die Linke ve SPD’nin sol kanatlarından bir grup siyasetçi ve düşünürün oluşturduğu Aufstehen (“Ayağa Kalk”) platformu, neo-liberalizmi tümüyle sorgulamaktadır. Platformun kurucularından Sarah Wagenknecht, göçmenlerle beslenen emek fazlasının refah devletini aşındırdığını; liberal göç politikalarının Alman işçi sınıfının hazmetme sınırlarını zorladığını vurgulamaktadır. 

Türkiye işgücü piyasalarında Suriyeliler

Türkiye, görünüşte, emperyalizmin yıkımından kaçan İslam dünyası  emekçilerini Batı’ya aktaran bir kanaldır. Bir anlamda Yunanistan’ın, Doğu Avrupa’nın konumundadır. Şu farkla ki kanal, siyasi iktidarın gözetimi, onayı doğrultusunda Türkiye’de tıkanmıştır ve ülkemizdeki Suriyeli sığınmacılar (geçen yıl) 3,2 milyona ulaşmıştır. 

Suriyeliler bugün işgücü piyasasında, ekonomide kalıcı konuma gelmiştir.  Suriyeliler öncesinde de Türkiye ekonomisi büyük boyutlu emek fazlası barındırmaktaydı. Üç küsur milyonluk göçmen nüfus, bu yapısal azgelişmişliği daha da pekiştirmiştir. 

İlk yansımalar, elbette işgücü piyasalarında  gözlenecektir. Saniye Dedeoğlu, tarımda göçmen, Suriyeli ve çocuk işçiliği konusunda, Kalkınma Atölyesi tarafından düzenlenen önemli, değerli araştırmalar yönetmiştir.  Raporların bir sentezi, “Tarımsal Üretimde Göçmen İşçiler: Yoksulluk Nöbetinden Yoksulların Rekabetine” başlığı altında (Çalışma ve Toplum, 2018 / 1) yayımlandı.  Bulgularından bir bölümünü aktarayım.

Dedeoğlu üç ülkeden göçmen işçileri karşılaştırıyor: Suriyeliler, Gürcüler, Azeriler…  Suriyeli işçiler, Karadeniz ve Kuzey Doğu Anadolu bölgesinde üçer aylık vizelerle çalışan Gürcü ve Azeri  işçilerden çok daha kalabalıktır. “Geçici koruma altında yabancı” konumundadır ve büyük çoğunluğu ile kayıtlıdır. Tarımda çalışma izni almadan istihdam edilebilmektedirler. 6-14 yaş aralığındaki çocukların ortalama yüzde 20’si de çalışmaktadır. 

Bu emek deposunun önemli bir bölümü tarımda mevsimlik, gezici işçi olarak istihdam edilmektedir. Suriyeliler, tüm işgücü piyasalarında, Dedeoğlu’nun ifadesiyle “yoksulların rekabeti”ni yoğunlaştırmaktadır. 

Malatya’lı bir işçiden nakledelim: “Suriyeliler geldi, iş bitti. Türkiye’nin fakiri yok mu? Patronun da işine geliyor ucuz olduğu için. Geçen yıl Malatya’da normal yevmiye 40 lira  iken  [Suriyeli işçi,] bahçe sahibine 20 lirayı gösteriyor, buna çalışırım diyor.” 

Dedeoğlu’nun Çukurova’da pamuk tarlalarında yürüttüğü alan çalışmasının sonuçlarına da göz atalım: “Geçmişte kaynak kent Urfa, Adıyaman, Siirt, Van, Diyarbakır, Batman ve Mardin’di. Şimdi… yerli işgücü ile rekabet yerleşmektedir [ve] Adana’da çadır alanlarında yaşayan işçilerin önemli bir kısmı artık Suriyelidir. Daha önce Adana’ya gelen yerli işçilerin bir kısmı Konya ve Eskişehir gibi pancar üretiminin yaygın yapıldığı illere doğru kaymış, bir kısmı da gezici mevsimlik tarım işçiliğini bırakmıştır. Kırsal antagonizm farklı grupların çatışma riskini de beraberinde getirmektedir.

Böylece, Almanya, Fransa, Avusturya’da göçmenler / “yerliler” karşıtlığı, Türkiye’de de benzer nesnel koşullarda tüm gerilimleriyle birlikte yaşanmaktadır.  

Suriyeli göçmenler söz konusu olduğunda Türkiye de Batı emperyalizm gibi “ektiğini biçmektedir”. AKP iktidarı, ABD  ile işbirliği içinde Suriye yıkımına, cihatçı, erzak, silah aktarımı, eğitim  yoluyla aktif katkı yapmış; böylece Suriye’den sığınmacı akımını tetikleyen dış aktörlerden biri olmuş; göçmenlerden “nasibini” de fazlasıyla almıştır

Suriyeliler, iktidar ve sol

Batı’da ve Türkiye’de “göçmenler / yerliler karşıtlığı” paraleldir; ama, politik alana farklı biçimlerde yansımaktadır.    

Avrupa neo-faşizminin sert göçmen  karşıtlığı içinde olduğunu belirttim. Türkiye’nin faşizmi ise iktidardadır ve sığınmacı Suriyelilerden hoşnuttur; yakınmamaktadır. Üç milyonu aşkın  sığınmacının Türkiye’ye girmesi, yerleşmesi, iktidarın koruyucu kanatları altında mümkün olmuştur. 

Suriyelilere destek, resmî söylemde insancıl gerekçelere dayanıyor. Ötesine gitmemiz gerekiyor. AKP bir sermaye partisidir ve kayıt-dışı göçmen istihdamından palazlanan inşaatçıların, orta-boy burjuvazinin, (Malatyalı işçinin “ucuz işçi işine geliyor” dediği) patronların çıkarları gereği mi?

Herhalde öyledir. Ama, herhalde, daha ciddi nedenler de vardır.

Suriyeliler üzerindeki araştırmalarda, bu nüfusun ideolojik, politik eğilimleri, ülkelerindeki muhalif hareketlerle bağlantıları, Türkiye siyasetine bakışları hakkında bulgulara rastlamadım. 

Anketlerle belirlenemeyecek konular da var. Suriyeli cihatçıların Türkiye’ye yerleşmiş artıkları kaç kişidir? Hangi örgütlerden? 

Bugünkü iktidarın, İslamcı faşizmin “yeni Türkiye tasarımı” içinde bu gruplara ve Türkiye’deki Suriyelilerin tümüne önemli, karanlık  roller, eylem görevleri  vermemesi düşünülebilir mi? 

Dedeoğlu’nun bulguları, Türkiyeli ve Suriyeli emekçiler arasındaki karşıtlıkları “yoksulların rekabeti” olarak betimliyor. Yukarıdaki sorular ise Türkiye toplumunun geleceği, halkımızın yarını için ciddi tehditlere işaret ediyor. 

Bana kalırsa Türkiye’nin ilerici, aydınlanmacı, solcu akımları Suriyeliler konusunda, Malatyalı işçinin bugünkü çıkarlarını ve Türkiye toplumunun yarınki gönencini gözeten bir çizgi benimsemelidir: Ülke bütünlüğü içinde demokratik, laik bir Suriye’yi hedefleyen barış… Sonrasında Türkiye’deki Suriyelilerin vatanlarına dönmesi…