Tekerleğin icadı...

İlhan Cihaner'in “Tekerleğin icadı...” başlıklı yazısı 17 Şubat 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Hukuk alanındaki “tarihe yolculuğumuz” son sürat devam ediyor.

Ceza hukukunun -en azından teorik düzeyde- aştığı, çözdüğü sorunları yeniden yeniden keşfediyoruz.

Şüpheli/sanık ile avukat arasındaki ilişkiler, delilden sanığa gitme, özel hayatın dokunulmazlığı masumiyet karinesi, adil yargılama ilkesi, savunmanın dokunulmazlığı, suç ve cezaların yasallığı, mahkemelerin yansızlık ve bağımsızlığı...

Nihayet işkence yasağı ve yaşam hakkı...

Yargının neoliberalizasyonu ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin kısmi “koruyucu” şemsiyesinden çıkışla birlikte daha da hızlanacak geriye doğru yolculuğumuz.

Burada daha önce kıyısından köşesinden değinmiştim yaşadıklarımız sadece Başbakan’ın (hatta iktidarın) “kişisel gelişimi ve öğrenme sürecindeki yalpalamaları” olsaydı eğlence bile çıkarabilirdik. Nitekim “(...)bunlar sanatı toplum için yapmazlar. Sanatı sanat için yaparlar(...)” dediğinde eğlenen çok oldu. Ortaokul münazaraları hatırlandı. Muhteşem Yüzyıl dizisini kınadığında da epey malzeme çıkmıştı. Bu gibi durumların eğlenceli kısmı, Başbakan’ın tezlerine gerekçe üretilirken çıkıyor. Muhafazakar sanat tartışmalarını ve dizideki ani “hidayete ermeleri” hatırlayın.

Ama söz konusu yargı ve somut soruşturmalar olunca, eğlencenin yerini, ağır hak ihlalleri ve zulüm alıyor. İnsanlığın binlerce yıllık kazanımları yerle bir ediliyor. Yılların birikimi unutulup, aynı zamanda Başsavcı ve karar mercii olan reisi haklılaştırmak için utanç verici yorumlar yapılıyor. İdam tartışmalarını hatırlayın. AB’den “ayar” gelmeseydi muhtemelen 3-5 marjinali sallandırmıştık bile.

Hele Başsavcı’nın hedef gösterdiği kişiler ÇHD’li avukatlar gibi, egemenlerin ve sistemin sıkı muhalifleri iseler, Başsavcı’nın talimatı pratiğe daha sert yansıyor: Zorla kan alınıyor, karakolda yedikleri dayak seyirlik bir performansa dönüştürülüyor, zorla çıplak aramaya maruz bırakılıyorlar.

Kendilerine, ilgili tek bir soru sorulmadığı halde, saat başı televizyonlarda bir takım şiddet eylemleri ile birlikte gösteriliyorlar. Avukatlara düşen ise yazı yazmaları için daktilonun bile verilmediği hücrelerde, bu “muazzam manipülasyon makinesini” izlemek. Ve iddianamenin açıklanmasını beklemek.

Çok beklemelerine gerek kalmadı. Başsavcı 15 Şubat tarihinde ÇHD iddianamesini açıkladı: “(...) Ama CHP Genel Başkanı hala çıkıp terör örgütünü savunmaya, ona kol kanat germeye, ona moral ve destek vermeye devam ediyor. O senin savunduğun avukatlar, o örgütün mensupları (...)”

Yani avukatlar örgüt mensubu ve bu nedenle, yasaya aykırı muameleye tabi tutulabilir, işkence görebilirler, büroları savcı olmadan aranabilir, suçlu ilan edilebilirler. Onlara yönelik ihlalleri eleştirmek bile suç. Orta çağın da gerisine düşen bir anlayışın çok somut bir uygulaması daha.

Kuşkusuz ÇHD’li avukatlara yönelik saldırıların politik bağlamı daha önemli. İktidarın, artık marijinal faydası azalıp, inandırıcılığını git gide yitiren, ordunun “ihraç değerini” azaltan AKP davalarıyla devam etmesi zordu. “Pazarlıklar” yürüyorken PKK/KCK/BDP de düşman kategorisinden “mağdur” kategorisine evrilmeliydi. Tüm faşizan/otoriter iktidarlar gibi düşmansız devam edemezdi. İhtiyaç duyduğu iç düşmanın boşalttığı yeri Suriye ile doldurmasına da, uluslararası konjonktür ve savaş karşıtları izin vermedi. Ve ortaya ÇHD operasyonu sürüldü.

ÇHD soruşturması diğer AKP davaları ile birlikte, tarihteki geriye yolculuğumuzda önemli bir durağı daha oluşturdu.

“Düşman ceza hukukundan” yakınırken, engizisyonları yaşadık...

“Ortaçağ hukuku”nu eleştirirken, intikamcı ilkel çağlara döndük...

Sırada tekerleğin icadı var!