Fransa’dan işçi sınıfı manzaraları

Fransa’da işçi sınıfı ölüyor, hem de öyle mecazi manada değil, biyolojik olarak. PSA’nın (Peugeot Citroen)Poissy fabrikasında işten çıkarılan işçilerin açlık grevi, epey kritik bir safhaya ulaştı. Uzun bir süredir işten atılmamak için mücadele eden işçilerden açlık grevi başlatan ve 6. haftaya giren 7 işçinin sağlık durumları gözle görülür şekilde kötüleşmiş durumda. Oldukça zayıflayan, ayakta durmakta zorlanan bu işçiler, kapitalizmin merkezinde mecazi manada ölmek bir yana, var olmak için büyük mücadele yürütüyorlar. Bu mücadelede ellerinde kalan son, ama en yıkıcı yöntemlerden biri olan açlık grevini de denemekten çekinmiyorlar.

PSA yönetimi aylardır kapatmalar, işten çıkarmalar ile gündemde. Şimdiye kadar işçiler tarafından birçok mücadele yöntemi de denendi, tabii gerilim de yükseldi. Farklı fabrikalarda farklı durumlar söz konusu, bazısında işten çıkarma, bazısında kapatılma gündemi gibi. Bir keresinde işçilerin yönetime ait bir binada bilgisayarlara zarar verdiğini, fabrika işgali gibi yöntemlerin gündeme geldiğini, sendikalar ve fabrika yönetimi arasında çeşitli görüşmelerin aylardır sürdüğünü de belirtelim. Bu sefer de Poissy fabrikasında temsil gücü epey sınırlı, 6. güç olan, ama Fransa’da militan sendikacılık açısından önemi büyük SUD sendikasına bağlı sendikacıların mücadelesi gündemde. İsimlerinden bir kısmının Magreben yani Kuzey Afrika kökenli olduğu anlaşılan bu militan işçiler yönetimin iyi teknisyenler olmalarına rağmen SUD sendikasında militanlık yapmaya başladıktan sonra kendilerini hedef aldığını söylüyorlar. En büyük sol sendika CGT sendikasını da duyarsızlıkla suçluyorlar. PSA’nın şu anda Fransa’da işçi sınıfı mücadelesi açısından önemli bir yeri var, ilerleyen günlerde de işçiler ile şirket yönetimi arasındaki mücadele gündeme gelmeye devam edecek. Sendikaların bölünmemesi ve ortak hareket etme yetisini kaybetmemesi de önemli ancak militanlık ve uzlaşma ekseninde bir tartışmanın sanırım güncelliği bulunuyor.
Bir diğer konuya geçelim. Bir arkadaşımın Strazburg tramvayında sabahın beşinde temizlik işçisi kadınları görmesi üzerine yaptığı bir değerlendirmeyi paylaşayım. Fransa’da da diğer birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi işçi sınıfı içerisinde, hele de vasıfsız, en fazla sömürünün hakim olduğu sektörlerde etnik, dinsel ayrışma çok yüksek boyutta. Sabah tramvayda yolculuk yapan işçilerin hepsi göçmen kökenli ve büyük bir kısmı türbanlı imiş. Buradan yola çıkarak işçi sınıfı içindeki bölünme ve hatta toplumdaki etnisite, din bazlı sınıfsal bölünmeye dair saptamalar yapılabilir. Bir etnisiteye ve dine ait bu işçi orduları genel olarak işçi sınıfından kopmakta mıdır, bölmekte midir ve toplum içinde ırkçılığa sebep olan ya da besleyen bir ayrışma mıdır bu durum? Tabii başka bir dini, etnik gruptan olmanın sınıfsal tepki vermek için bir engel değil, avantaj olduğu iddiası da ortaya atılabilir.
Bu gözlemlerden yola çıkarak Fransa’da işçi sınıfının kompozisyonu üzerine daha fazla tartışma yürütmek belki de ileride bu köşede mümkün olabilir. Ancak şunu söylemek mümkün, sınıfın içinde bir radikalizm potansiyeli bulunuyor ve göçmenlerin bu radikalizm içinde bir yeri olduğunu söylemek sanırım çok yanlış olmaz.

Fransa’da işçi sınıf ve göçmenler üzerine daha derinlikli bir analiz yapmadan, bu konunun sinemanın da gündeminde olduğunu söyleyelim, bu konuda göçmenlikle iç içe geçen ezilmişlik ve güvencesizlik hallerini gündeme getiren sinemacılar mevcut. Fransa’nın Ken Loach’u olarak bilinen Philippe Lioret’nin 2009 İstanbul Film Festivali’nde açılış filmi olarak gösterilen “Hoş Geldiniz / Welcome”’ın ardından 2012’de çektiği filmi “Tüm Arzularımız” da işçi sınıfı ve göçmenlere dair önemli gözlemler içeriyor. 2012’de Gilles Perret tarafından çekilen “İşçilerden Hatıralar” filmi de bir belgesel olarak Fransa’da işçi sınıfının dönüşümü, sınıfı kültürünün dağılmasına ve sınıf bilicinin azaldığına dair önemli tespitler içeriyor.