Alçaklık ve barok

Altan Erbulak’ın bir karikatürü vardı, tee çocukluğumdan aklımda kalmış. Yoksa, düzyazısı mıydı? Önemli değil, çizdiği ya da anlattığı adam, yayları fırlamış, döşemesi yamalı, varakları dökülmüş, oymaları çentilmiş bir koltuğun, “barok rokoko” olduğunu söylüyordu övünerek. Üslubunu bildiğinden değil, o sefil koltuğun oturulduğunda çıkardığı sesten çağrışımla ve barok’u zengin gösterici zannederek... “Ba-rok-ro-ko-kooo...”

Niye zaman zaman bunun zihnimde canlandığını bilmiyorum. Belki Altan Erbulak sadeliğini özlemişimdir, üsluplar cakaya boğulmuşken.

Tayyip barok bir kültür merkezinden bahsettiğinde de, aklıma aynı sahne gelmişti. Barok’un ilgisiz bir çağrışımla zikredilmesi bu sanat üslubuna haksızlık olacak ama, hep o sahnenin suçu, öyle ya, koltuk başka türlü de gıcırdayabilirdi...

Süslemedir o mesela, süse önem vermedir, ışıkla öne çıkartılana baktırırken, gölgede bırakılıp karartılanı ıskalatan bir süsleme. Hatlarındaki zaafları bilenlerin makyaj tekniği gibi.

Hareketlidir, hareketçidir,  durağanlığa ve alışılmışa tepkisel görünür, ama yerleşik bir kriterden yoksunluğu gizlemeye çabalıyor da olabilir, dikkat edilmelidir. Girintiler, çıkıntılar, dalgalanmalar, harekettir tamam, ama durulmuş oturmuş hali nedir, bir bakılmalıdır.

Katı kuralları yıkıcılık, ufuk genişleticilik iddiasındadır, olsun, ama kuralsızlığı, şekilsizliği beslediğinin görülmesini zamana bırakan rehavettir belki de aslı. Beklemeden kurcalanmalıdır ki, dağılmanın kurallaşmasının önüne geçilsin.

Düşlerini koyvermiştir, ne güzel, onsuz hayatta hiçbir şey olmaz zaten, ama gerçeklikten kopmaya vardığı noktayı göremedikçe, onu kuvvetlendiren değil hayalle değiştiren olur. Çok bozulmasına bakmadan, duyguyu azıcık akılla dürtmek faydalıdır.

Detayları önemser bir hali vardır, esası aradığınızda her bir parçasının bir detayda kalarak kadükleştiğini görürsünüz. Böyle bir durumda detay da anlamsızlaşır esassız kalıp, hatırlatılmalıdır.

Çok insancadır, insanı anlatır hesapta, gelgelelim, bütün umutsuzluğundan, hayal kırıklığından, yenilmişliğinden beslenerek çizer rotasını insanın. Bu minvaldeki öfkeyi sıvazlamakta mahir olmakla umut ve mücadele azmi verdiği yanılsaması yaratmak, ziyadesiyle kısa vadelidir.

Daha nice yönü vardır ama uzamasın, bir görkem yalanı, bir flu ayna, bir bulanık sudur, adını aldığı “şekilsiz inci”dir kimilerine göre barok.

Dahasını bilmem, ama bu üslubu, Borges’in kullandığı anlamda, zaten bir sanat akımı olarak tanımlamakla uğraşmayıp ondaki izdüşümüne uyarlamak, bilgisizliğimi örtebilir. Neyim eksik?

Tüm olanaklarını tükettikten sonra  gelip kendi parodisinin sınırına dayanan üsluba barok diyor Borges.  Başarısız denemeleri, zaten parodi olanın parodisini yapmaya soyunmak olarak tanımlıyor. Bir üslup, kendi hilelerini açıkça teşhir eder hale düşer ve bunu fazlasıyla kullanırsa, varacağı son noktadır barok ona göre.

Enteresan...

Kendisini de ihbar ederek işin içine katıyor Borges. Öykü yazmaya cesaret edemeyen, bu nedenle de başkalarınınkini tahrif edip çarpıtarak kendisini eğlendiren birinin sorumsuzca oynadığı bir oyun olan kitabının, “Alçaklığın Evrensel Tarihi”nin girişinde.

Kendisi öykü yazamadıkça, başkalarınınkini tahrif ve çarpıtmayla eğlenmekten bahseden Borges olmasa, masum muziplik gibi görülebilir miydi?

Bu üslubun gizledikleri ve öne çıkardıkları, bunu bir tarz olarak yerleştirmesi, çok cahilane ve haksız bir döngüyü tamamlıyor barok adına, “alçaklık” kavramı işin içine katılınca.

Palavra mesellerdir Borges’in kaleme aldıkları. Sahtekârlıklar, yalanlar, düzenbazlıklar, uygun üslupla, uygun kahramanlarını yaratır. Bu yüzden, bu üsluba zorunlu hissetmiştir kendisini Borges ve 20 yıl sonra yayınlanırken de değiştirmeyi kendine yedirememiş, “ne yazdımsa yazdım” diye sıyırıp atmıştır.

İlk kez yayınlamaya karar verdiğimde, ne yalan söyleyeyim, adına çarpılmıştım öncelikle. Sonra kitabın önsözünü okumuş, biraz kırılmakla birlikte, içeriği konusunda kendimi rahatlamış da hissetmiştim.

“Adındaki ‘alçaklık’ sözcüğü gökgürültüsü gibi gürlüyor, ama ses ve öfkenin  ardında hiçbir şey yok. Kitap, bir görünüşten, bir imgeler yüzeyinden başka bir şey değil” diyordu adam. Tam da bu nedenle eğlendirici olabilir, diye ekliyordu.

Ardında hiçbir şey olmayan bir gürültü, kelimenin değil, olgunun karşılığı olmamalı mıydı zaten? Alçaklığın? Borges üstüne alınmıyordu bu boşluğu aslında, kalemine değil, bir gerçeğe dikkat çekiyordu.

Bir imgeler yüzeyselliği ha?

Biz bu kitabı yayınladığımızda, Celal Üster de bir başka yayınevi için çevirmeyi sürdürüyordu ve kitabın adını “Rezilliğin Evrensel Tarihi” olarak öneriyordu. (Sonra bizimle aynı adı kullanarak yayınladılar, belki okur ona alıştı diyedir.)

Bu da aklıma yatmıştı. Çünkü hangi alçaklık, rezilliğe varmazdı ki? Bir başka açıdan bakılırsa, alçaklığın, rezilliğe göre bir üst mertebe olduğu söylenebilir. Alçaklık çapı bile olmayan, rezildir. Ama, bir yandan da, rezillik, alçaklığın nihai kaderidir de. Kalıcı bir rütbe olamaz.

Başka bir üslup olabilirdi tabii, ama rezilce alçaklığı anlatmak, üslubu barok’a yöneltmişti. Öyküsü anlatılanların hepsi, kendince kahramandı çünkü. Kurtarıcıydı, adaletsizliği dağıtandı, görgü hocasıydı, peygamberdi, cömertti, bilimciydi, hanımdı, geleceği görendi... Bunlara uygun bir portre çiziyorlardı, hepsinin ortak noktası bu maskelemeydi. Borges, o maskeyi çekip alıyordu, geriye rezillik kalıyordu.

Duyular arası ilişkideki gibi, diyelim gümbürtü kokuyu örtüyordu ya, üslup da olguyu sarıyordu.

Bu yüzden, kitabın adındaki kelimenin suçu değildi arkası boş bir gümbürtüyü gizlemesi.

Bir yalanın gürüldeyişiydi maskenin ardındaki.

Borges, mutsuz bir adamdı ve bu öyküleri yazarken eğlenmişti, umuyordu ki okuyanlar da eğlensin. Ama iyi okurun, iyi yazardan da az olduğu kuşkusu taşıdığını belirtmeden de edemiyordu. Durum böyleyse, gürültü kokuyu örtebilir, rezillik, kahramanlık gibi algılanabilirdi...

Buna da bir edebi üslup maskesi takılabilirdi...