Çalışmak Sadece Yormaz, Çalışmak Adamı Bozar

Geçen ay rahatsızlığım dolayısıyla yazamadım. Okuyuculardan özür diliyorum. Bu ay emek üzerine yazmaya devam etmek istiyorum.

Bu kadar "yakıcı" gündemin olduğu ülkemizde ısrarla, bıkmadan-usanmadan emek tartışmak istiyorum. İki nedenden dolayı. Birincisi, yaşadığımız sıcak günler üzerine birçok yazı okuma olanağımız oluyor zaten. İkincisi ise, bu kadar çok şey yaşarken, bıçağın kemiğe dayandığını hissederken, açlık-sefalet bir yandan, ülkemiz insanının her gün daha çok köleleştirilmesi diğer yandan, artık bu kadarına dayanamayız diye düşünürken nasıl oluyor da dayanabiliyoruz, bunu anlayabilmek için.

Hükmün gücünü anlamanın yolu hükmedeni anlamaktan geçtiği kadar, rıza göstereni, hükme boyun eğeni anlamaktan da geçiyor. Emek ve emeğin üretim mekanizmaları bize her ikisini birden tartışma olanağı veriyor. O yüzden alabildiğine politik bir alanda at koşturuyoruz. Eğer biz, yani kargosu sırtında hayat rotasında seyre mahkum yolcuların seyahatinde, bizden ve seyehatimizden çok kargomuz önem kazanıyorsa, hatta bir süre sonra kendi aklımız da bu şekilde düşünmeye başlıyorsa, bize bunu nasıl düşündürüyorlar diye sormak lazım!

Her gün haftanın işçisi olmak ve patronundan küçücük bir aferin almak için canla başla çalışan bizler, hangi otoriteye ve ne koşulla uyum sağlıyoruz? Bana göre, otoriteyi ve iktidarı anlamanın yolu, otoriteri ve iktidarı anlamaktan çok otoriteye boyun eğeni anlamaktan geçiyor. Bizim işimiz bu! Otoriteyi ve iktidarı değiştirmenin yolu, otoriteye boyun eğeni değiştirmekten geçiyor.

***

Dün bir kafede bir arkadaşımla oturmuş kahvemizi içerken öğrenciler üzerine dedikodu yapıyorduk. Hoca takımı bunu çok sık yapar! Arkadaşım Amerika'da bir üniversitede hocalık yapıyor ve aynen benim gibi bu Amerikalı öğrencilerin, içi çoğunlukla boş ama aşırı düzeyde kendine güvenli konuşma tarzından, en saçma sapan düşünceleri bile savunurken öz güvenlerini sürekli korumalarından ve söyledikleri her şeyi allayıp pullayıp en güzel biçimde "pazarlamalarından" şikayet ediyor ve bizim Türk öğrencilerin ise bir türlü böyle davranamamasına, bizim öğrencilerde bir tür kendine güvensizlik sorunu olmasına hayıflanıyordu. Derken bir öykü anlattı, Türkiye'de Aydın'da hocası olmuş bir adam ve kendisi arasında geçen bir öykü! Aydın'daki öğretmen, çocuklarından birini bisiklet tamircisine çırak olarak vermiş, arkadaşım da sormuş, "ne kadar kazanıyor haftada" diye. Aydın'daki öğretmen de "haftalığı bisiklet tamirinden dolayı ortaya çıkan üstünün başının pasağını paklamaya yetmeyecek kadar az" demiş. Arkadaşım sormuş bunun üzerine "iyi de o zaman niye gönderiyorsun çocuğu", öğretmen cevap vermiş "ezilsin biraz hayatı öğrenir".

İşte, işin ve iş ortamının bize yaptığı tam da bu! Hepimizi tornaya sokar. Ezer, büzer, suyumuzu çkartır. Adamlığımızı kaybettirir. Köleleştirir. Annemiz-babamız da buna birçok kez alet olur. Mutsuz olmayalım diye. Mutsuz olmamanın yolu itaatten geçer çünkü bizim gibi ülkelerde. Ustana itaatten, iş sürecine itaatten, makinaya itaatten, iş standartlarına itaatten... Bir tür uyuşmadır itaati öğrenmek insan hayatında. Her uyuşturucu gibi bu da mutluluk verir. Bize yaşadığımız dünyanın acılarını daha az gösterir. Bir süre sonra uyuşarak oyalanmaya alışırız. Hayat, acıdan sakınarak oyalanacağımız bir oyun alanına dönüşür. Ama bu oyun ciddi bir oyundur. Herkes kazanmak ister. İşte başarısız olmak demek, "beceriksiz olmak", "kötü olmak", "sorunlu olmak", "çıkıntı adam olmak", "olmak da olmak..." demektir.

Soğuk demirin nefesinde seyr'u sefer eden hayat gemimizin yelkeni buz tutar. İşimizde mutsuzsak çoluğumuza-çocuğumuza, eşimize, evimize ilgisiz oluruz. İşte başarılı olmak düzgün adam olmak haline gelir. Hayatın anlamı yeniden kurgulanır ve bu kurgunun dikenli köklerinde itaat vardır. İş ortamı itaate zorlar.

Peki ya Amerikalı çocuklar neden kendilerine güvenli? Niye, "Aydın"lı öğretmen baba gibi onlar çocuğunu ezilsin diye değil de kendine güvenli olsun, sözünü dinletsin diye okula gönderiyor. Çünkü onlar patron olmak üzere yetiştiriliyorlar. WASP (beyaz, Anglo Saxon, Protestan) insan yüzyıllardır emperyalist. Yüzyıllardır dünyaya hükmetmek için yetiştiriliyor. Onların okulunda kendine güvenli olmak, ne istediğini bilmek, kararsız olmamak herşeyden daha önemli. Bizde ise hocaya karşı gelmemek, itaat etmek. Amerikalı çocuk birşey üretmek için değil, her türlü üretici kesime hükmetmek için yetişiyor. Daha önceki yazılarımda söylemiştim, artık vasıfsız emekten çok vasıflı emek göçü oluyor diye. Bu dünyanın kavruk, azgelişmiş ülkelerinden gelmiş ama bozkır güneşi gibi pırıl pırıl çocukları da Amerika'ya gittiklerinde süklüm püklüm itaat eden bir çizgide duruyorlar. Ya da Amerikalı çocuklar gibi olmaya çalışıyorlar ama üstlerine giymeye çalıştıkları elbise eğri büğrü duruyor, yakışmıyor. Eğitimleri ancak bu kadarına el veriyor.

Küresel kapitalizmin doğası gelişmiş ülke ve azgelişmiş ülke insanı arasında böyle bir fark yaratıyor. Her türlü şeyi üreten, her türlü bilgiyi sağlayan, köle gibi çalışan hem de alabildiğine vasıflı bir emek olarak çalışan az gelişmiş ülke insanı mutlak itaatle donanırken, gelişmiş ülke insanı hiçbir şey üretmeden, ihtiyacını söyleyerek ve hükmederek ilerliyor. "Güven" olgusunu bir de böyle düşünmek lazım. Patronuna iyi eleman olduğu için kendine güvenen adam mı, yoksa patron olduğu için kendine güvenli olmak zorunda olan adam mı!

Bizde de var Amerika'daki gibi eğitim kurumları. Bizdeki "kara deri beyaz maske" özel okullarda baba parası ile yetişen çocuklar için de okullarının vermeye çalıştığı en önemli değer yine Amerikan okullarındaki değer. Yani, asla kendine güvensizlik gösterme, ikna edici ol, sözün yanlış bile olsa ısrar etmeyi bil. Bu da yetmiyor, hergün Türkiye'deki işyerlerinde yöneticiler bu düstur çerçevesinde eğitime tabi tutuluyor. Bu eğitimlerden imsanlık tarihinin en değerli bilgileri ve bu bilgileri üreten değerli insanlar, anlamsız bir varoluş nehrinde boğulmaya zorlanıyor. Geçenlerde bir bankanın yönetici pozisyonundaki elemanlarına verilen bu tür bir eğitimde Nietzsche'nin ve felsefesinin ne hale getirildiğini öğrendim, dudaklarım uçukladı. Nietzsche'nin bütün felsefesi "en kötü karar kararsızlıktan iyidir" felsefesine indirgenmiş. Zaten kendi hayatı kabuslarla ve acıyla bezenmiş bu düşünür, her halde banka eğitim seminerlerinde bu hale düşürüldüğünü öğrense, yaşadığına bin kez değil milyon kez pişman olurdu. Şıkıdım dünyanın şıkıdım patronları bilgiyi güven hamurunda yeniden harmanlıyor ve yeni vasıf kavrayışı bunun üzerine oturuyor. Eskisi gibi işini en iyi yapan değil, işini en iyi yapan kişiyi kendi iktidarı ile en iyi ezen ve bundan da hiç hayıflanmayan, insanları köleleştirmek için en iyi kişilik gelişimini sergileyen kişiler en vasıflı oluyor.

Hükmeden böyle yetişiyor. Bizim "Aydın"lı çocuklar da kendi aydınlıklarını karartıyor.

Önümüzdeki ay uluslararası hiyerarşi ve küresel kapitalizmde vasfın yeni tanımı üzerine yazmaya devam etmek dileğiyle dirençli kalınız!