Plan mı Pilav mı?

Geçtiğimiz haftalarda 21. Yüzyılda Planlamayı Düşünmek başlıklı bir kurultay düzenlendi. A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Araştırma ve Uygulama Merkezi (KAYAUM) ile Mülkiyeliler Birliğinin ortak etkinliği şeklinde düzenlenen toplantılara akademisyenlerden Planlama Teşkilatı üyelerine, hatta Koç Grubu CEO’su ve KARSAN murahhas üyesi Jan Nahum’a kadar değişik kesimlerden birçok kişi konuşmacı olarak katkı yaptı.

“21. Yüzyılda planlama da neymiş? Çağımızda planlama mı kaldı?” demeyin. Planlama tartışması başlı başına önemli bir şeydir! Hatta belki biraz iddialı olacak ama planlamayı tartışmak günümüzde emek ve sermaye arasındaki gerilimi ortaya çıkartmak bakımından turnusol kâğıdı benzeri bir etki yaratmaktadır.

Bir kere sermaye planlama olgusundan doğası gereği ve tarihsel olarak rahatsız olmaktadır. Planlama deneyimi gelişmiş kapitalist ülkelerin tarihinde çok nadir olarak yaşanmış bir deneyim olarak karşımıza çıkmaktadır. Keynesyen politikalarla planlama deneyimlerini birbirine karıştırmamak lazım. Hatta refah devletleri ile planlamanın uzaktan yakından ilgisi de bulunmamaktadır. Refah devletleri ya da Keynesyen politikalar kapitalist bir birikim rejimi olarak ortaya çıkarlarken planlama deneyimleri sadece sosyalist ülkelerde ve azgelişmiş ülkelerde yaşanabilmiştir.

Tek ülkede sosyalizmin varlığını sürdürebilmek için belirli bir gelişmişlik düzeyine ulaşmasının gerekliliği fikri, bu fikri hayata geçirebilmek için planlı kalkınmayı zorunlu kılmış sosyalist ülkeler planlama sayesinde –beğenelim beğenmeyelim-- kapitalist örneklerine alternatif nitelikte tüketim toplumlarını ve refah toplumlarını örgütleyebilmişlerdir. Aksaklıklarıyla, eksiklikleriyle bu sosyalizmin başarısıdır sahip çıkılması gereken bir sosyalist deneyimdir.

Kapitalist dünyanın planlama ile tanışması ise daha karmaşık bir yoldan geçmektedir. Bu yol tam anlamıyla bıçak sırtı bir yoldur.

İkinci Dünya Savaşının yarattığı otorite boşluğu, 1945 sonrası eski sömürge ülkelerin birer birer bağımsızlıklarını kazanmasının olanaklarını yaratmıştır. (Bu sürecin ilk örneği olarak Birinci Dünya Savaşı sonrası bağımsızlığını kazanan Türkiye Cumhuriyeti görülebilir.) Bu ülkelerin tümünün ortak özelliği kalkınmak, sanayileşmek ve makineye hükmetmek istencidir. Sömürgelikten gerçek anlamda kurtulmanın, ‘muasır medeniyetler seviyesine’ ulaşmanın yolunun kalkınmaktan ve sanayileşmekten geçtiğine inanırlar. Bu yolda son hız ilerleyebilmek için ise başta planlama olmak üzere sosyalizmin araçlarına sarılırlar.

Kapitalizm altında kalkınmak! Bu fikir zaten başlı başına abesle iştigaldir ve 1945 sonrası az gelişmiş ülkelerin bu talebine dünyanın yeni patronu Amerika Birleşik Devletlerinden yeni çözümler üretilir. Mademki eski sömürgeler kalkınmak, plan yapmak istiyorlar öyleyse bunu da onlar için en güzel biçimde A.B.D. yapacaktır! Kalkınma ve planlama ancak A.B.D. güdümünde ve bağımlılığın sürekliliğine hizmet edebilecek nitelikte olursa izin verilebilecek şeylerdendir. Böylece dünyada A.B.D. güdümünde sahte bir planlama ve kalkınma seferberliği başlatılır.

1950 sonrası ilk olarak az gelişmiş ülkelerin kamu yönetimi politikasına el atılır. Türkiye’de önceden idare incelemeleri ve idare hukuku çerçevesinde yürütülen yönetim tartışmaları, hemencecik Amerikan tarzı “yönetim bilimi” tartışmalarına çevrilir. Bunun için de bildik bir yol izlenir. A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesinden bir grup öğretim üyesi Amerika’da eğitilir. Yönetim bilimlerini dönüştürme görevi, benim de halen görev yaptığım yönetim bilimleri kürsüsünün kurucusu Cemal Mıhçıoğlu’na düşer. Bunun dışında hızlı bir biçimde “kalkınma idaresi” ve “karşılaştırmalı kamu yönetimi” dersleri açılır bu alanlarda kitaplar yazılır.

A.B.D., Türkiye’yi de planlama teşkilatını kurmak için zorlanmaktadır. 1958 yılındaki Paris Görüşmelerinde Türkiye’ye yardım şartlarından birisi olarak planlama teşkilatı şeklinde çalışacak bir Koordinasyon Bakanlığı’nın kurulması da vardır. Planlama teşkilatının ilk nüvesini oluşturma görevi ise Adnan Menderes hükümetine düşer. İktidara “plan mı pilav mı” sloganlarıyla gelen ve planlamayı reddedip hür teşebbüsü seçen, bu yolla her mahallede bir zengin yaratmayı hedefleyen Menderes hükümeti bıçak sırtı bir kararın eşiğine gelmiştir. Bir yanda hür teşebbüs ve onun idealleri, diğer yanda hür teşebbüsün evrensel koruyucusu A.B.D. ve onun planlama teşkilatı dayatması.

Menderes zor bir karar vermek zorunda kalır. Bu kararın verilmesinde bildik bir unsur etkili olur: 1950-1958 arası Menderes hükümeti ülkeyi ekonomik bir krizin eşiğine getirmiş Türkiye Cumhuriyeti, tarihinde ilk kez dış borç ödeme krizinin içerisine düşmüştür. Menderes, uluslararası Keynesyen sistemin içerisinde kalmak ve bu sistemin sağladığı kredi olanaklarından yararlanabilmek için gizliden gizliye planlama faaliyetlerini başlatır. Bu çalışmaları çok meşhur bir plancı olan Tinbergen yürütmektedir.

Neye niyet neye kısmet! Hem de çifte kavrulmuş! Bir yanda az gelişmiş ülkelerin kalkınma istenci karşısında Amerikan tarzı sahte kalkınma idaresi diğer yanda zavallı Adnan Menderes’in düştüğü hal plan mı pilav mı derken pilav için planı kabul etmek zorunda bırakılmak! Hem de en sahtesinden.

Yine de az gelişmiş ülkelerin kalkınma istencinde ve bu ülkelerin sosyalist planlama benzeri bir modeli çare olarak seçmelerinde sahici bir yan vardır. Ne kadar hayalperest de olsa çabanın kendisi anlamlıdır: Emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmanın yegâne yolu muhtaç olmamaktan geçer. Bu çaba o kadar anlamlıdır ki A.B.D. 1950 sonrası az gelişmiş ülkelere karşı politikalarının tümünü bu çabayı anlamsızlaştırmaya adar.

Planlamanın telaffuz edildiği her yer ve tarihsel zamanda politik bir mücadele alanı açılır. Çünkü planlama ile başlayan arayış eğer anlamlı bir zemin üzerine kurulacaksa bu zemin ancak sosyalist planlama olabilir. Bu cümleyi tersten söyleyecek olursak planlamanın başka anlamlı bir şekli olanaklı değildir anlamlı tek şekli sosyalist olanıdır. Azgelişmişliğin kalkınma arayışı da bu anlamda ancak sosyalizm ve sosyalist planlama ile mümkündür.

Kapitalist planlama deneyimleri bu anlamda bize birçok şey öğretmiştir. Öğrendiklerimizin başında sermayenin planlamaya tahammül edemeyeceği ve gerçek anlamda planlamanın ancak sosyalist toplumlarda gerçekleşebileceğidir. Bize bu kadar çok şey öğreten bir mücadele alanını neden terk edelim. Bu cephede yapılacak daha çok kavga var.

[email protected]