Uzlaşmaz karşıtlıklar içindeki sınıfların bulunmadığı, git gide sınıfların ortadan kalktığı toplumlarda, bir meslek olarak politikacılık da ortadan kalkacak, demektir.

Bir mesleğin sonuna doğru

Bizdeki siyaset erbabının hemen hemen tümü için geçerli olan bir alışkanlık, bir böbürlenme eğilimi vardır: Şunu yaptık, bunu yaptık, bizden öncekiler yapmadılar, ya da bizim kadar muazzam olanını yapamadılar, falan filan… 

Baraj yaptık, köprü yaptık, yol yaptık… Daha neler neler yaptık … Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır…

Söyleyip söyletmekle kalmazlar, kendileri için bunlara uygun yakıştırmalar uydurulmasına da bayılırlar. Örnek olsun, Süleyman Demirel’e adamlarının yakıştırdığı ilk lakap “barajlar kralı” idi. Zamanın başbakanı Menderes tarafından önce DSİ’deki Barajlar Dairesi Başkanlığı’na, kısa bir süre sonra da Türk bürokrasisinde o düzeydeki bir koltuğun “en genç” sahibi olarak aynı kurumun genel müdürlüğüne getirilmişti. Düzen siyasetinde çok daha yüksek yerlere doğru ilerlerken, 27 Mayıs’tan sonraki “sabık ve sakıt”, Türkçesiyle eski ve düşük cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın kendisinden  “şu bizim su müdürü” diyerek küçümsemeyle söz ettiği rivayet olunmuştur.

Bunları hatırlayıp yazarken, ister istemez, Erdoğan için de pek yakında “köprüler kralı” yakıştırmasının piyasaya sürülebileceği akla geliyor. Yoksa, kral yerine padişah denmesini mi tercih eder, ya da ne köprüsü, ne kralı, ne padişahı, hiçbiri onu kesmez mi?

Az çok anlaşılabilir bir yanı var kuşkusuz. Sayıp dökülenler onların devr-i iktidarında yapılmış işler ne de olsa. Öyle olmasına öyle de, neye yaradıkları bir yana, biz yaptık demeleri, hele hele birinci tekil kişi öznesiyle ben yaptım demeleri, hiç kuşkum yok, sadece benim asabımı bozmakla kalmıyordur. 

Böyle anlarda akıllara düşen, yatıştırıcı bir işlev gören anılar, uyarılar, sözler vardır. Çok bilinen bir şiiri hatırlayabiliriz örneğin. Yalnız benim değil, milyonlarca insanın, öyle ya, o zamandan beri okuyanıyla, izleyeniyle sayımızın oralara ulaştığı, yirminci yüzyılın en büyük sanatçılarından, şairliğinin yanı sıra, ondan önce, tiyatro sanatının çığır açmış kuramcılarından, yazarlarından, yönetmenlerinden, onun soyundan olmakla övündüğümüz Bertolt Brecht’in şiirini…

Sadece ilk dizeleri ile son dizelerini aktaracağım. Tümünün okunmasını da öneririm elbette. Benim buraya aldığım, 1972 basımı bir kitaptan. “Halkın Ekmeği” adını taşıyor, ne güzel bir başlık. Hazırlayıp çevirenler iki kişi: Biri, Sivas katliamında alçakların aramızdan aldığı edebiyat eleştirmeni Asım Bezirci, öbürü “40 Kuşağı” olarak adlandırılan şairlerimizden A. Kadir. Şiir “Okumuş Bir İşçi Soruyor” başlığını taşıyor; “Okuyan Bir İşçinin Soruları” biçiminde dilimize çevrildiği de olmuş:

Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim? 
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan, 
Kim yapmış Babil’i her seferinde?
Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlar
Altınlar içinde yüzen Lima’nın?
Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince?
(…)
Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.
Ama pişiren kimler zafer aşını?
Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.
Ama ödeyen kim harcanan paraları?

İşte bir sürü olay sana,
Ve bir sürü soru.

***

İşin bir yanı bu. Öbür yanı ise bunu neden yaptıkları.  Halkı kandırmak için, ilk akla gelen ve açıklayıcılığı yetersiz kalan yanıt: Halkı kandırmak, yapılan işin gerekliliğine, bu kadarı yetmez, yüceliğine ve benzersizliğine inandırmak. 

Daha açıklayıcı yanıt şurada aranmalı: Profesyonel politikacılığın çaresizliğidir bu. Mesleği “politikacılık” olanlar, yaptıkları işin çok gerekli, hatta vazgeçilmez olduğunu anlatmak ihtiyacındadırlar. Mesleği politikacılık olanlar derken anlatılmak istenenin içinde parlamento üyeleri, hükümet başkanları ve üyeleri, düzen partilerinin ülkenin her yanına yayılmış “taşra” örgütleri ve onlarla çeşitli çıkar ilişkileri içinde olanlar, üst düzey bürokratlar, bu kişilerle tüccarlık ve işadamlığı denilen “meslekleri” birleştirerek ya da bir arada yürüterek daha çok ve/veya daha kolay kazanç sağlayanlar ile oldukça karmaşık bir mekanizma içinde sınıf atlama imkânlarından yararlananlar var. 

Böyle sayıp dökerken çok kalabalık izlenimi yaratan, ama aslında toplumun bütünü içinde düpedüz azınlık oluşturanlar açısından, yapıp ettiklerinin, kendilerinin yaptığını ileri sürdükleri işlerin, ürünlerin toplum için ne büyük değer taşıdığını göstermek son derece önemlidir. Bunun için de “eser” yaratmak, daha doğrusu, Brecht’in şiirinde sorguladığı türden, yaratılanları kendi eserleriymiş gibi göstermek isterler. Ekonomik gelişmelerin belli dönemlerinde hem gerekli hem de mümkün olan ve kulağa pek soğuk gelen “alt yapı yatırımları” benzeri adlandırmalardansa, “eser” demek çok daha iyidir. Bunu “siyaset halka hizmet yarışıdır” türü dayanaksız, ama tarafsız ve nesnel görünümlü sloganlarla öne çıkarmaya çabalarlar. Böylece, aslında egemen sınıfa bağımlı bir katman olarak iş görmelerine karşın, bunu gizleyip tüm ülkenin çıkarları için uğraştıkları izlenimini yaratmaya çalışırlar.

Yukarıda “profesyonel politikacılık” tamlamasını kullandık. İşi gücü bu olan, öteki insanlardan bununla ayrışan, bununla geçimini sağlayan, geçinmenin çok ötesinde bizim halkımızın “bal tutan parmağını yalar” özlü sözünde anlattığı üzere, zenginleşme imkânları elde eden insanların yürüttükleri bir meslek anlamında. Böyle bir mesleğin varlığının, karmakarışık bir kalabalığın değil, toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçilerin iktidarı/yönetimi anlamındaki demokrasiyi neredeyse imkânsızlaştıran engellerden biri olduğunu ileri sürebiliriz. Ama, aralarında uzlaşmaz çelişkiler bulunan sınıflardan oluşmuş toplumlarda, bu engelin ortadan kaldırılmasının da aynı derecede imkânsız olduğunu eklemek gerekir. 

Eğer öyleyse, uzlaşmaz karşıtlıklar içindeki sınıfların bulunmadığı, git gide sınıfların ortadan kalktığı toplumlarda, bir meslek olarak politikacılık da ortadan kalkacak, demektir. Başka türlü söylenirse, meslekten politikacıların yerini, toplumsal hayatın sürdürülüp geliştirilmesi için yapılması gerekli bütün işlerle uğraşan ve hep birlikte toplumun kendisini oluşturan insanlar alacaktır.

O zaman, toplumsal üretimin gerçekleştirildiği yerler anlamında tabandan başlayarak yukarıya doğru bütün yerel ve merkezi düzeylerde oluşturulmuş meclislerde ya da şûralarda, yurttaşlar, ülkenin yönetimini gerçekleştirmek üzere, gönüllü olarak ve zorunlu durumlarda seçilerek bir araya geleceklerdir. Kendilerini seçenlerin geri çağırma haklarının katkısıyla çalışmaları kolaylaştırılıp denetlenen bu insanlar, asıl mesleklerini ve toplumsal üretimde üstlendikleri rolleri terk etmeden, geçmiş çağlarda politikacıların bağlı oldukları sınıfların çıkarlarıyla kendilerininkileri olabildiğince uyumlaştırarak  yürüttükleri işleri de yapmakla görevli olacaklardır. Kuşkusuz, artık var olmayan o sınıfların değil, bütün toplumun iyiliğini gözeterek. 

Burada kullanmak zorunda kaldığım meclis ve şûra sözcükleri o zaman da geçmişin mirası içinde yer alarak kullanılacak mıdır, bilinmez. Bana sorulursa, herhalde kullanılmaz, kullanılmasa daha iyi olur, derim. Her büyük devrim kendine özgü bir dil  yaratır. O dilde şimdi bu sözcüklerle anlattığımız örgütlenmeleri yeni nitelikleriyle anlatacak sözcüklerin, deyişlerin  bulunması doğaldır. Bu konuda şimdiden bazı düşünce alıştırmaları yapmakta sakınca olmamakla birlikte, biraz erkendir, devrim günlerinde değiliz daha. O günler gelsin hele…