Zippo

“Ziyaretçin var” dediler. İndim. İlk dikkat çeken, ince, upuzun kolları. Hani sanki açsa, bütün gazetede çalışanları, hepimizi birden kucaklayacak.

soL’un yaptığı dayanışma çağrısını duymuş, önce mektup yolladı, sonra Kanada’dan geldi. Havalimanından yeni gelmiş daha, yanında boy boy çantalar, torbalar.

Demli çaya hasret, sayamıyorum kaçıncısını istiyor, yine bitiriyor, “Bir çay daha ister misiniz?”, “Tilkiye ‘tavuk kebabı yer misin’ diye sormuşlar, ‘adamı güldürmeyin’ demiş”, kocaman gülümsüyor.

“Emanetimi vereyim bir hele” diyor, ceketinin cebine koymuş, belki Kanada’da evden çıkmadan yerleştirmiş oraya, epey bir döviz veriyor, “emanet” diyor, bağış demiyor, yardım da demiyor, onun değilmiş gibi sanki o para, zaten verilmek üzere kazanılmış da ceketin cebine özenle ayrılmış gibi, “emanet”i “sahibi”ne veriyor.

“İki ayda bir ulaştırırım size böyle, beni sarsmaz” diyor. Bir çay daha getiriyorum.

Hayattan konuşuyoruz, biraz daha yakından tanıyabilmeyi çok istiyorum, Kanada’da inşaatlarda çalıştığı “Kızılderili bölgesi”nin fotoğraflarını gösteriyor iPhone’undan, -iPhone’un köşesi kırık, inşaatta sürekli düşüyormuş, gülümseyerek söylüyor-, “Bak, ceylanlar hep gelir böyle”, her taraf karla kaplı, evin penceresinin önünde bir ceylan, geziyor.

Tanımaya çalışıyorum, sürekli soruyorum, atletmiş, Fenerbahçe’nin sporcusuymuş, sırım gibi ince vücut, sıradışı uzun kollar biraz aydınlanıyor.
Ben soruyorum, sordukça yanıtlıyor, ama kafası hep başka yerde, çok belli oluyor. Torbalardan birini açıyor, bir viski şişesi çıkarıp uzatıyor, “Arkadaşlar içer”, duty free’den almış belli ki, kimbilir kime hediyeydi, o an bize veriyor.

“Daha ne yapabilirim”, aklı hep bununla meşgul. Bir an geliyor, gözleri parlıyor, çantadan kahve, karton sigara çıkarıyor. Arkadaşlar içer, evet.
Annesini ziyarete gelmiş. Kanser, annesi. Bursa’da. Elimizden bişey gelir mi öğrenmeye çalışıyorum, sağlıkçı arkadaşlar var, teşkilat var, ne gerekirse, yok diyor, gerek yok.

“Ben daha ne yapabilirim”, onu düşünüyor.

Gözleri parlıyor yine, “Size kamera göndereyim, Kanada’da ucuz”, sağolun diyorum, kaçıncı defa diyorum sayamıyorum, o devam ediyor, “Çin’den inşaat malzemesi getiriyoruz, 10 bin ‘boyun eğme’ tişörtü yaptırıp göndereyim” diyor.

Anlıyorum ki sadece ceketin cebindeki para değil, bizzat kendisi “emanet”. Halkına.

Ben hâlâ meraklıyım, öğrenmek istiyorum, bu halk böyle insanları nasıl üretiyor, laf Gezi’ye geliyor, o an hatırlıyor. Köşesi kırık iPhone’unu çıkartıyor, başparmağı hızla fotoğrafları karıştırıyor, sonunda bir eylem fotoğrafı buluyor, gösteriyor. Kararlı bir kitle, yürüyor.

“Bunu sizin gazete bastı. Bak, en öndeki yaşlı kadına bak, annem.” 76 yaşında, Erzincanlı bir Alevi anası, en önde yürüyor, ardından gençler geliyor. “Bana bu fotoğrafın orijinalini verebilir misin?”

Kanada’da yoğun çalışıyor ama Türkiye gündemini sürekli takip ediyor. “Gezi çok büyük umut verdi, yeni kuşak her şeyi değiştirecek” diyor, asıl sen bana umut verdin demek geçiyor içimden. Bizim böyle insanlarımız olduktan sonra, bu halk boyun eğecekmiş, ha!

Kalkacak artık, ama hâlâ kafasında aynı soru var, “daha ne yapabilirim”. Partiye üye yapın beni diyor, uzaktayım ama, yapın.

Vedalaşacağız, yine gözleri parlıyor, çantayı kurcalıyor, bir Zippo çıkarıyor, uzatıyor.

Aklıma Silvio Rodriguez’in bir şarkısının sözleri geliyor, “Gerekliyse yaşamak için, gökyüzünü ateşe vermek gerekir”.

Ben bir çaksam o Zippo’yu, gökyüzünü ateşe veririm, inanıyorum.