Kızıl Karıncalar Tugayı

Sene 2003 olmalı, lisedeydim. Gündüz vakti, Manisa’da parti bürosunda nöbetteyim. Okulu kırdım herhalde, tek başıma kitap okuyorum.
Kapı vuruldu. Gelen, oydu.
Vatandaş Hayati.
“Vedalaşmaya geldim yoldaş” dedi.
Anlamadım, sordum.
“Sabrımız tükendi. Haber saldım, haftaya vadiyi kapatacağız. Silahları, dinamitleri hazır ettik. Sağ kalma şansımız yok, farkındayım. Ama savaşacağız. Tüm yoldaşları ziyaret ediyor, vedalaşıyorum.”
* * *
Arada bir gelirdi, Vatandaş Hayati. Ağzından dökülen her bir kelimenin yerindeliğiyle o kendine hayran bırakarak akıp giden üslubu öyle bir bütünlük oluştururdu ki, etkilenmemek mümkün değildi. Söylediği sözlerde, yaptığı benzetmelerde şiirlerden alıntılar yakalardım bazen. Yakalayamadıklarım daha çok olmalıydı.
Kızıl Karıncalar Tugayı’nın komutanıydı. Düşman, burjuvazi, eşini öldürmüştü. Emekçiler adına, halk savaşı yürütüyordu. Onu dinlerken, ben de gerçeklikten kopardım. “Nasıl haberleşiyorsunuz militanlarla” diye sorardım, en ufak iğneleme olmazdı sorularımda, onun dünyasının içine giriverirdim tüm benliğimle. “Geceleri saatimiz var. Vadinin başında dururlar, ışık tutup mors alfabesiyle iletişiriz” diye açıklardı, her bir ayrıntıyı.
* * *
Eczacı kalfasıymış Hayati. Sapına kadar devrimci. Sonra matbaa işçiliğine geçmiş, makine parmağını kapınca bırakmış. Kitabevi açmış.
Ardından, 12 Eylül gelmiş. Hayati’nin çıldırma sürecinin başlangıç noktası. İçeri almışlar. Ardından karısı intihar etmiş. Toparlayamamış.
* * *
Gerilla kıyafetiyle gezerdi. Egeli ama pantolonu, cepkeni… Asla otobüse binmezdi, “Holdinglere, tekellere para kazandırmam ben” derdi. Saatlerce yürüyerek gider gelirdi Salihli-Manisa arasında. Çok yorgunsa, trene binerdi.
O gün de trenle gelmişti. Kafasında kurduğu savaş planı, zihnini çok yormuştu, belli oluyordu. Sarıldık, ayrıldı.
Uzun süre göremedim. Ama biliyordum yaşadığını. Salihli’deydi. Kızıl Karıncalar, savaşa başlamamıştı henüz. Oysa Hayati, savaşın o nihai kalkışmadan ibaret olmadığını bilirdi. Şu güncel siyasetin kahrolası çirkinliğinden kopmuştu belki ama o çirkinliğin asıl kaynağı olan sınıf savaşımından kopmamıştı aklı. Salihli’de bir devrimci militanın mezarına saldırı olunca, ertesi gece Hayati tek başına nöbet tutmuştu. Sonra bizim yoldaşlar da katıldı Hayati’ye. Birlikte sahip çıktılar, toprağın altındaki gencecik vücudun kavgasını verdiği değerlerin yüceliğine. Bitti saldırılar. Yoldaşlar mezarı tamir etti.
* * *
Yazıyı yazmadan önce Salihli’deki yoldaşları aradım. Geçen sene ölmüş Vatandaş Hayati. Cenazesinde büyük kalabalık toplanmış. Salihli’nin devrimcileri değil yalnızca, Hayati’yi tanıyan tüm ahali.
Büyük saygı duyuyorlardı Hayati’ye. Söyledikleri, kafalarında yer etmiyordu belki. Gerçekçi gelmiyordu hiç. Güzel hayallerdi kuşkusuz ya, kim nasıl yapsındı. Kızıl Karıncalar Tugayı yoktu ki ortada! (Sanıyor musunuz ki, Hayati’nin “deliliğinden”di bu? Biz konuşurken de halk benzer hisse kapılmıyor mu sanki?)
Yürekten seviyorlardı Hayati’yi. Çünkü aklını yaşıyordu. Güzel düşler görüyor, onları gerçek kılmak için gerekeni yapıyordu. Yürümekse yürümek, nöbetse nöbet, savaşsa savaş. İradesi asla yıpranmıyordu, iddialarından da hiçbir şey kaybetmiyordu. “Zulüm düzeni bitecek” diyor, kimseye zulmetmiyordu.
* * *
Ölmemiş olsaydı, bir yolunu bulur, Haziran Direnişi’nde İstanbul’a getirirdi yoldaşlar onu. Karıncaları görür, gözlerinin içi gülerdi, kimbilir ne güzel sözler dökülüverirdi dudaklarından.
“Ama örgütlenmek gerekir yoldaş. Örgütlenmeden olmaz” derdi.
AKP’dir, Cemaat’tir, Kılıçdaroğlu’dur, bilmezdi bunları ya, aslolanı bilirdi. Kavganın ruhunu da, gereğini de silememişti cezaevi Hayati’nin belleğinden.
“Bize bir Tugay lazım.”
Böyle derdi.