Üniversitelerin bölünmeye değil yeni bir ruha ihtiyacı var

Döndük dolaştık, üniversite, akademi meselesine yeniden döndük.  

Unutmam, hâlâ aklımdadır. Ne de olsa tek kanallı dönem olunca her ayrıntı kalıyor işte geriye. Özal zamanıydı. Ya başbakan olarak ya da cumhurbaşkanı olarak Japonya’dan dönüyordu Turgut Özal. Yolda çeşitli açıklamalar yapmıştı. Türkiye’de o dönem toplam 42 üniversite vardı. Sadece Tokyo’daki üniversite sayısı ise 44’tü. İşte Türkiye’nin hedeflemesi gereken vizyon, misyon bu sayılarda gizliydi. Üniversite sayısında Japonya’yı yakaladık mı gerisi kolaydı.

Sonra yıllar geçti. Ülkemiz Özal’ın vizyonunu hamdolsun ki çoktan yakaladı. Bir zamanlar bir tane olan (ve kendisi de o zamanlar yüksek öğretim kurumunun başındaki kişiye ait olan) özel üniversiteler pıtrak başı gibi çoğaldı. Artık sadece İstanbul’da 50’yi aşkın üniversite var. Çoğunluğunun adını bilmiyoruz. Duyunca şaşırıyoruz. 

Askerliğini ertelemek isteyen de bilim peşinde koşan da yurtdışı hayali kuran da doktora yapan da az puan alan da full çıkartan da sıkıntı çekmiyor. Herkes rahat rahat üniversite bulabiliyor. Paralısı var, parasızı var; kampüslüsü var, apartmandan bozması da var. Çeşit çeşit. 30 yılda Japonya’yı yakaladık ve hatta geçtik. En azından sayısal anlamda. Tarihsel bir vizyonun ete kemiğe bürünmesi diye buna denir herhalde, değil mi?

Mevzu bahis üniversite vizyonu falan olunca Özal döneminden başladık ama mesafenin esas olarak son on, on beş yılda kapatıldığını da teslim etmek lazım. Tek parti iktidarı ve istikrar, Türkiye’de bir eski patronlara, bir de yeni patronlara yaradı. Ve ülkemizin irili ufaklı tüm patronları üniversite sahibi oldu. 

Herkes üniversite sahibi olur da bilim de yerinde mi sayar? O da çağ atladı. Geçtiğimiz on yılda Türkiye’de akademi, üniversite ve bilim ortamı oldukça değişti. Örneğin 2000’li yılların başında bir istisna olan kariyer günleri artık irili ufaklı her üniversitenin, her fakültenin ve hatta her bölümün vazgeçilmez birer demirbaşına dönüştü. Kaçmasaydı mesela ÇiftlikBankçı Mehmet de bu sene birkaç güzide üniversitenin kariyer günlerini dolaşırdı. Hatta omuzlara bile alınırdı. Ama olmadı.

Değişim öyle hızlı ki bazen mikroorganizmalardan daha hızlı çoğalabiliyor üniversitelerimiz artık. Tıpkı geçen hafta olduğu gibi. Bölünme, tomurcuklanma ve eşeyli-eşeysiz üreme dâhil, her yolla çoğalıyor üniversitelerimiz.

İrili ufaklı birçok düzenleme yapılıyor. Bazılarının arkasındaki mantığı bizzat üniversitedekiler bile anlamakta zorluk çekiyor. Ama nasıl oluyorsa her değişim özel sektöre yarıyor.

Tamam, akademinin hali belki çok parlak değildi ama bazı Türkiye'ye özgü, hatta özgün yanları olan, bir gelenek oluşturan kurumları da vardı. Şimdi tüm bunlar tasfiye edildi. Açıkçası cumhuriyetçi falan oldukları için değil. Görünürde esas patırtı bununla ilgili kopmuş olabilir ama temel mesele başka yerdeydi: eski akademi, kamuya fazla aitti. Gürültü daha çok ideolojik düzlemde kopmuş olabilir. Ama üniversitelerin özelleştirilmesi böyle yaşandı. Kâh atılarak kâh açılarak kâh bölünerek.

Duyuyoruz, “bu kadar güçlü ekonomisi olan bir ülke bilimde de güçlü olmalı” deniyor, sağda ve de solda. Parayı basıp bilim yapılabileceğini düşünenler çok temel bir faktörü atlıyorlar: gelişmişlik için ruh, yani ideolojik bir koordinat gerekiyor. Tek tek herkesi sarıp sarmalayacak ve harekete geçirecek bir ruh gerekiyor. Parayı verenin düdüğü çaldığı yerde ise ideolojik koordinata da gerek kalmıyor.  

Cumhuriyetin ruhu çoktan geride kaldı. Şimdi panzehir olarak tanımlanan İslamcılık ve yerlilik, akademinin haline derman olabilir mi? Bu ikisi, dünyaya, bilim âlemine azıcık karışacak olsalar liberal dünyanın parçası oluveriyorlar. Parayı veren düdüğü çalar ideolojisi karşısında nefesleri yetmiyor.

Öte yandan birçok genç, yetenekli insan startup peşinde artık. Parlak bir fikirle ilk köşeyi dönmenin yolu aranıyor. Ve herkesin aklında tek bir örnek var: Yemek Sepeti. Bu yeni üniversite ortamının ufku yemek sepetinde bitiyor. “Abi, biz nasıl akıl edemedik ya!” modunda geçiyor günler. Kim bilir neleri akıl edemediğini de bilemeyerek!

Parlak bir öğrenciliği yakın zamanda geride bırakan bir yakınım söylemişti: “Siz hep büyük meselelerden bahsediyorsunuz; yani ne olacak ki, Türkiye’den de sağlam bir facebook yazılımcısı çıksa!

Bir Marc Zuckerberg kolay yetişmiyor” demiştim ben de. İyi bir yazılım eğitimi, parlak bir zekâ ve yaklaşık 500 yıllık emperyal bir geçmiş gerekiyordu. Eh, Türkiye emperyallik konusunda biraz (ama biraz) sıkıntılı olsa da diğerlerini sağlayabilir herhalde.   

Bir bakın bugün İstanbul'a, falan. Her köşe başı üniversite. Ve bilin ki üniversiteye dair atılan her adım, insanları, zihinleri değil parayı özgürleştirdi şu son otuz yılda. İdeolojik itiş kakışın ardından kocaman bir akademi pazarı çıktı ortaya.

Şimdi yapılmakta olan çeşitli vitrin makyajları, isim değişiklikleri bir sonuç verir mi? İmkânsız. Ülkenin ruhu, ufku ortada. Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları belirledi akademiyi. Süreç teşviklerle, imtiyazlarla tıkır tıkır işledi ve büyüdü özel sektör. Yüksek öğretim teknikleşti. Bugün kapısında üniversite yazan hemen her yer birer teknik okul artık. Ve birer büyük işletme.

Başka bir şey lâzım. İster bölünerek, ister birleşerek. Ülkeye de üniversiteye de yeni bir ruh lâzım. 

Ruh dedim de… Aranan o ruhun görkemli bir parçası dün akşam İzmir’de, kadim Kemeraltı Çarşısı’nın hemen girişindeydi. İzmir Nâzım Hikmet Kültür Merkezi yeni yerinde, yanına iki salon daha katarak kapılarını açtı bizlere. 

Ne demiştik? Ruh lazımdı, değil mi? 

Emeği geçen herkesin kolektif aklına, yüreğine ve ruhuna sağlık.