Seçmek ve seçilmek

Seçmek ve de seçilmek. İşte bütün mesele bu…

Sanki… Değil mi?

Öyle mi?

Yeter mi?

Seçimler aslında seçim değil, imtihan. Hem de nasıl bir imtihan!

Seçme ve seçilme özgürlüğü olan yurttaşın seçimlerle imtihanı.

İki yıl önce, seçimler sırasında yazdığım yazıları hatırlatmak isterim. İsterim, çünkü seçimlerin büyülü bir havası var. Kişiyi hemen etkisi altına alıveriyor. Tavırlarına, ellerine, yüzüne “olağan” zamanlarda ona ait olmayan bir hâl geliyor. Bir tek abartı değil; hayatlarının nesnesi olan insanlar, memleketin “öznesi” haline geliveriyor.

Kötü mü? Tartışılır!

Sonrasını “vekile” havale edip sormamak, sorgulamamak, peşine düşmemek varsa (ki bol var, bol) kötü. Çünkü gönüllü bir aldanış bu. Gönüllü bir kapılma hali. Bile isteye: “Benden seçmek dışında başka bir şey istemeyin de beni, bizi nasıl yönetirseniz yönetin” der gibi. Sayısal loto ya da spor toto oynar gibi. Ya tutarsa hesabıyla…

Zaten “seçim toto” çoktan oynanmaya başladı. Hatta borsa endeksi, döviz kuru gibi; her gün, her an yeniden ve yeniden karılıyor kartlar. Bir iniyor, bir çıkıyor. Sonuçlar, adaylar, söylentiler, beklentiler ve de efsaneler havada uçuşuyor.

Hâlbuki sonuç ortada. Hem de çok ortada.

Ne yapılması gerektiği de!

Seçim sathı mahalline girilince sağda solda yazılanlar, akıl fikir vermeler de kabarmaya başladı. Aritmetik dehalarını saymıyorum bile. Ne de olsa seçim demek artık matematiksel bir işlem kimileri için: “A seçmeninden kalkan bir oy, B partisine saatte 300 km hızla yaklaşıyorsa C düzeni bu havuzu kaç yılda düzeltir?” Genç dershane öğretmenlerinin teneffüs aralarında hızlıca yazdığı sorular gibi hepsi. Yaratıcılıktan uzak ve sıradan.

En çok “sol” diye başlayan yazıları seviyorum. Herhangi bir stratejisi olmayan ve “böyyük” partilerimizden bu sezon da transfer teklifi almayan ne kadar aritmetikçi varsa parmak sallıyor bu yazılarda. Ne dedikleri belli değil, ama en sonunda yazıları yine “bölmeyelim” ile bitiyor.

Bir de “halkın anladığı dil bu” diyenler var. Atacak tutacak, efelenecek, dayılanacak ve sonunda da “kurtaracak” bir adaya fit olmuş durumda, olağan zamanın hiç kimseyi beğenmeyen kafaları. Uzan’a atfedilen ne varsa geldi yerleşti insanların aklına. “Halkın anladığı dil bu” diyenlerin kendisi halkın parçası değil sanki. Sanki halk dediğin orada, uzaklarda bir yerlerde yaşıyor.

Kendi hayatında naiflik ve “kalite” arayanlar iş siyasete gelince çoktan fit olmuş durumdalar yüksek perdeden esip gürlemeye, vasata ve de rol kesmeye. İnce ince alışıyorlar olup bitene.

Alışmak zaten işin fıtratında var. Düzene alışmak, başkanlığa alışmak, adaylara alışmak, hesaplara alışmak. Alıştırmak konusunda seçimler kadar etkili başka bir mecra var mı, emin değilim. Daha bir yıl önce lanetler yağdırdığı bir yönetim biçiminin vitrininde en az bir adayla yer almak derdinde herkes.

Bravo. Hakikaten bravo!

Bir de baraj meselesi vardı değil mi? Unutuldu gitti! En radikal demokrat, en keskin arkadaşlarımızın bile aklının ucundan geçmiyor artık barajın kendisi. Gündeme bile gelmiyor. Bu günlerde en büyük dertleri barajın kendisi yerine az üstünde mi olacakları yoksa altında mı kalacakları.

Gündeme gelmiyor ama gerileme de böyle oluyor.

Seçimler bir de seçmek ve de seçilmek özgürlüğü gündemde olmadığı zamanlarda toplumdan umudunu kesmiş olanlar için kurtarıcı. Seçimlerin olduğu bir iki ay dışında, dost sohbetlerinde “bu toplumdan bir cacık olmaz” diyen herkes müşahit, olmadı sosyal medya destekçisi olmak derdinde.

Kötü mü?

Nereden baktığınıza bağlı! Toplumu, toplumsal işleyişi bir tür “profesyonel iş” olarak görüyorsanız, hiç yoktan iyidir diyelim, geçelim. En azından bilmem kaç yılda bir, bir cacık bile olmayan topluma karışıyorsunuz, umutlanıyorsunuz, havaya giriyorsunuz. Fena mı?

Fena! Hem de çok fena.

Milletvekilliğinin milletin vekili olmak olmadığını da gayet iyi biliyor herkes. Bir kariyer doruğu, kesin kazandıracak, banko bir yatırım aracı olduğunun da farkındalar. Ama yine de öyle değilmiş gibi oynamayı da seviyorlar seçim totolarını.

Biliyorlar ve bilerek de yaşıyorlar.

Mesela mal varlığı açıklamalarına sevinenler var artık. Burjuva siyasetinin vitrin süsü olan malvarlığı açıklamasını dürüstlük ve samimiyet olarak kabul eden bir düzen muhalefeti var. Ne güzel! “Tüm mal varlığım, canım da dâhil, halkıma aittir” vardı bir zamanlar, ne oldu ona? Nereye gitti yaratıcılık ve adanmışlık! Nereye gitti naiflik ve kanmama!

Ama akıl bu! Kolayca kayıveriyor.

İnternette birçok videoları var: buz üstünde kaymaya başladı mı nereye gideceği belli olmayan koca kamyonlar. Akıl da o kamyonlar gibi. Hiç beklemediğiniz hareketler çıkıveriyor. Ve tabii ki bir kere kaymaya başladı mı, bir yerlere çarpmadan ya da devrilmeden de durmuyor.

Seçme ve seçilme özgürlüğü görüntülerinin çoğunluğu, hatta tamamına yakını böyle.

Eh, ne diyelim?

Kolay gelsin.

Bize düşen ise “bol şanslar” oluyor.

Yetmez! Kesinlikle yetmez.

Haydi gelin. Koyun elinizi taşın altına. Ve yaşayın değişme ve değiştirme özgürlüğünüzü. Doya doya. Kana kana.

Biliyoruz, biliyorsunuz; hasret kaldığınız esas şey orada: Değişimin kendisinde.