Sarı kantaronun tadı!

Ülke, dünya, toplum, etrafımız. Her şey sarı kantaron tadında. Bu ara...

Nedir sarı kantaron?

Bir bitki. Kılıç otu olarak da biliniyormuş, KoyunKıran olarak da. Latince adı Hypericum Perforatum. Yani “ısıtıp delen”. Türkçe tam karşılığı böyle oluyormuş. Aynı zamanda, Anglo-Sakson dünyasındaki popüler “Aziz John Mayası (St. John Wort)” isimli şurubun içindeki bitki. Bu maya ise bir tür kocakarı ilacı. Endüstriyel ilaçların olmadığı zamandan kalma. O dönemden bir çok karışım tarihin çöplüğüne karışırken o kalmış. Hâlâ her yerde bulunabiliyor. 

Depresyon ve anksiyete bozukluklarında işe yaradığı biliniyor. Ama, öyle “süper” işe yarar bir şey değil. İşe yarıyor işte. Üçüncü, dördüncü sıra bir seçecek olarak. Mesela etkisi her gün düzenli olarak yapılan 30 dakikalık egzersiz kadar değil. Depresyonda ve anksiyete bozukluğunda düzenli egzersiz çok daha etkili. Ama Aziz’in mesirinin seveni ve efsanesi çok, o ayrı. Bir tür mesir macunu işte. 

Peki, bu ara neden gündeme geldi?

Adedidir bu otun. Böyle beş-on yılda bir hatırlatır kendini. Sapından bir tutanı olur, yolar da yolar. Yolduktan sonra da binbir vaatle saçar ortalığa. 

En son, geçtiğimiz hafta içinde yine birisi, adının yanına apolet gibi MD/PhD-C/MsC yazmayı seven (ve tabii ki tüm bu apoletlerin bir karşılığı olduğunu da gayet iyi bilen) “pop birisi” ortalığa saçtı Aziz John’un otunu. “Depresyonda ilacı milacı boşverin, sarı kantaron çayı için” diyerek. 

Zaten bu aralar alışkınız ortalığa saçılan böyle saçmalara. Herkesin akla sırt çevirdiği bir çağda, günlerde yaşıyoruz. Mehdi de alıcı buluyor, şifalı otlar da! Hem zaten diyorlar ki “her şeye öyle güvenilmez, bilim öncelikle şüphe etmektir!” Böyle diyorlar. Güzel laf! Zaten akıl “out” şüphe “in”. Akılsız şüphenin kanmak olduğu da çoktan yandı, bitti, kül oldu nasıl olsa. 

İşte doktorumuz “çay için” dedi ve insanlar da “ohooooo sen, hangi hakla, neye dayanarak böyle şeyler öneriyorsun” diye ayağa kalktılar. Haklı olarak. Ama “deli-taş-kuyu-akıl” diyeceğim, gerisini siz anlayın. Bir taraf otu saçtı ve “ha ha!” diyerek bir kenara çekildi. Öbür taraf ise ispat derdine düştü. 

“Depresyon tanısından sen ne anlarsın?”' diyen de çıktı, “bilimsel çalışmalar öyle demiyor” diyen de, “senin diplomaların bilimsel yetkinlik anlamına gelmez” diyen de! Haklılar mı? Haklılar. Hem de çok. Sarı kantaroncu “hekim” ise ortalığa saçma saçmaya devam etti. “Benim kitaplarım var! Bildiklerim var! Eğitimim var! Hepsi bilimsel, hepsi kanıtlı! dedi. Hakkında çok şikayet varmış, bu süreçte o da ortalığa saçıldı. Neyse, tartışmalar aldı başını gitti. 

Ama insan tartışmaları gördükçe sormadan edemiyor: ister bu olayda isters arka arkaya gelen ve sağlığı ilgilendiren diğer konularda (işte kolesterol, aşılar, kanser gibi) olsun bir “deli-taş-kuyu” durumu yok mu? Sanki taş atılıyor ve sonra canhıraş çıkarılmaya çalışılıyor. Esas vaat ise konuşulmuyor, düşünülmüyor sanki. 

Nedir vaat? 

Sanki şu değil mi? “İlaçlar ilaç tekellerinin ürünleridir, kimyasaldır, onlara güvenilmez! Siz işte sarı kantaron gibi, etkisi tekel lobileri tarafından gizlenen, gayet ucuz ve etkili doğal ürünleri kullanın! Sağlığınızı başkalarına değil kendinize emanet edin! Akıllı olun, kanmayın.” vs. vs. Ya da buna benzer bir vaat söz konusu olan. 

Bu tür vaatlerin karşısına da bilimle, verilerle, kanıtlarla çıkılmaya çalışılıyor. Mesela depresyon ilaçlarının intihara neden olmadığını anlatmanız için sekiz sayfa açıklama yazmanız gerekebiliyor. Gerekebiliyor ama sonuçta açıklamanız yine de o tek cümlelik vaat (“depresyon ilaçları x yapar”) karşısında etkisiz kalıyor. O “taş” durmadan çıkarılmaya çalışılıyor. 

Peki, son zamanlarda sık sık karşımıza çıkan bu “deli-taş-kuyu-akıl” silsilesinde eksik olan ne? Neden bitmiyor bu delilik ve neden tükenmiyor taşlar?

Tüm bunlar neden oluyor, sanki ona bakmak gerekiyor. Tüm bunlar derken abuk sabuk iddiaları ve karşısında dile getirilenleri, yani bütününü kastediyorum. Mesela sadece sarı kantaronu değil. “Bilimi dinlemek lazım” diyen kadar “Sarı kantaron öneren şarlatandır ve ben de hastalarıma şarlatanları önermiyorum” diyeni de kastediyorum. 

Kuyudaki taş çıkarılmaya çalışılırken nedense “piyasa/pazar” dediğimiz işleyiş unutuluveriyor. Ya da piyasaya değinilse bile bir kenar motifi olarak yer alıyor piyasa. Tüm sağlıklılık halinin ve hastalıkların artık birer pazar ürünü olduğu atlanıveriyor. Ve bu pazarın, piyasanın herkesi ve her şeyi etkilediği, belirlediği unutuluveriyor. 

Günümüzde hiç bir öneri, tavsiye öyle boşlukta, başka istek ve niyetlerden bağlantısız olarak dile getirilmiyor. Örneğin sarı kantaron “insanlığa bir katkım olsun, iyi bir şey yapayım” diye önerilmiyor. Adı üstünde, “alıcı” buluyor böyle şeyler. E, alıcısı olanın “satıcısı” da olur, “üreticisi” de. Koca bir piyasa. 

Siz tüm bu piyasa işini atlayıp ciddi ciddi yanıt verdiğinizde ise tabii ki doğru (hem de çok doğru) ama çok eksik (ve de çok etkisiz) bir iş yapmış oluyorsunuz. Bugün sarı kantaronun, aşı karşıtlığının ya da ıvır zıvırın karşısına akılla, bilimle çıkmak yetmez. Yetmiyor da! Örgütlü akılla, örgütlü bilimle çıkmak gerekiyor. 

Çünkü karşımızda örgütlü bir güç var. Piyasanın gücü. Sarı kantaronun tadını kaçıran da, depresyonumuzu mutlaka ama mutlaka “tedavi etme/olma” işine sıkıştırsan da bu güç. Kendimizi hakikaten hiç kandırmayalım.