Kaygının keyfini çıkar!

Şimdi herkes kaygılı ve hayal kırıklığı içinde.

Çünkü aleni ümmetçi birisiydi. Din temelli milliyetçi (hatta ırkçı) düşüncelerini kimseyi umursamaksızın ifade edebiliyordu. Diplomatik teamülleri, görgü kurallarını ve nezaketi pek takan birisi değildi. Kendi sivriliğinin yanı sıra ailesinin vukuatları da cabasıydı.

Sürekli olarak kendisine yönelik sinsi bir komplo yürütüldüğünü söylüyordu. Söz konusu komplonun Amerika ve Avrupa’daki bir takım lobilerle onların iç uzantılarının eseri olduğunu dile getiriyordu. İç mihrakları bir takım entel-dantel takımı, bir takım medya patronu, köşebaşlarını tutmuş bir takım yazar bozuntusu ve teröristlerle işbirliği yapanlar oluşturuyorlardı.

Amerikancıydı ama Amerikan başkanı olsun, AB sözcüsü olsun herkese haddini bildirmekten de geri durmuyordu. Herkese ve her şeye yetiştirecek bir çift lafı, araya sokuşturacak bir çıkıntılığı vardı. Patavatsızlığının, burnunun dikine dikine giden halinin, önemli başkentlerde sevilmediği de dile getiriliyordu zaten.

Ülke tam anlamıyla ikiye bölünmüştü: Kaybederse “Eski, beceriksiz yöneticiler başa gelir” diye endişelenenler ve kazanırsa “Gelecek diye bir şey kalmaz” kaygısına kapılanlar. Toplumda öyle bir ruh hali yaratmıştı ki ister kendisini desteklesinler ister karşı olsunlar herkes kendisini sıkışmış hissediyordu.

Karşıtları artık her ne olursa olsun ondan kurtulmak istiyordu. Taraftarları ise her ne pahasına olursa olsun onu koltuğunda tutmak istiyorlardı. Onun kaybetmesi ya da kazanması toplumun her kesimi için neredeyse varoluşsal bir kaygıya dönüşmüştü.

Karşıtları, yıllar sonra bu sefer yenileceğinden ya da en azından geriletileceğinden emindiler. Bu tehlikeli adam gidecek ve toplum rahat bir nefes alacaktı. Kamuoyu yoklamaları, sandık çıkış anketleri ve özellikle büyük şehirlerdeki hava artık kaybetmeye başladığını gösteriyordu. Zaten bu aleni ırkçı, çirkef, savaş heveslisi, dur durak bilmez adamı kim, niye severdi ki?

Ama beklenen olmadı. Binyamin Netanyahu, kaybettiği düşünülen bir seçimden zaferle çıktı Toplumu bölen ve varoluşsal bir kaygı etrafında birleştiren söylemiyle içeride ve dışarıda herkesi alt etmeyi başardı. Karşıtlarını, özellikle de “Bu sefer kurtulduk!” diye büyük bir beklenti içine giren merkez sol seçmeni ise (onca koalisyona, birleşmeye rağmen) büyük bir hayal kırıklığıyla baş başa bıraktı.

Şimdi herkes aynı soruyu soruyor: “Böyle birisi nasıl kazanabilir?” Oldukça tanıdık gelen bu durum karşısında kimileri yine tanıdık gelebilecek sitemler yazıyorlar: “Her toplum hak ettiği gibi yönetilir!” ya da “Bibi İsrail’dir, İsrail de Bibi!” gibi. Haklı da olabilirler.

Ama durum bir tek İsrail’e özgü değil. Geniş bir coğrafyada bu önüne geçilmez gibi duran siyasi sürecin izlerini sürmek mümkün. Toplumlar, alenen “kötü”, otoriter, güç düşkünü figürlerin etrafında bölünüyor. Fransa’da Sarkozy, İtalya’da Berlusconi, Macaristan’da Orban, Rusya’da Putin bu eğilimin akla gelen diğer temsilcileri. AB merkez ülkelerini sık sık meşgul eden göçmen sorununu da bu minvalde değerlendirebiliriz. Keza Merkel’in, performansı düşük de olsa Hollande’nin daha az otoriter olduğunu kim söyleyebilir?

‘Olağan şartlarda’ kendisini seçtirmemek için elinden gelen her şeyi yapan bu adamlar/kadınlar, toplumda herkesi (ister yandaşı ister karşıtı) sarıp sarmalayan bir tedirginlik (benliğe yönelmiş varoluşsal bir kaygı) oluşturmayı başarıyorlar ve bu kaygının içinden sıyrılıyorlar. Kaygı, sihirli bir etkiyle herkesi aynı hizaya getiriyor.

İşte bu sıkıştırıcı kaygı siyasette etkili bir araca dönüşmüş gibi; örneğin Türkiye’de de seçimler bir süredir varoluşsal bir kaygının (“Ya kazanırsa!”) ve “bizden/onlardan” eksenli bir bölünmenin etrafında şekilleniyor.

Sıkıştırıcı kaygı sayesinde ‘olağan zamanlarda’ dillendirilemeyecek (bastırılacak) argümanlar sıralanıveriyor. Anarşistler sosyal demokrasiyle birlik çağrısı yapıyor, diğer taraftan demokratlar baraj geçilinceye kadar otantik/dini figürlere katlanılması gerektiğini öğütlüyorlar. Egemen seçim sisteminin özellikleri (önseçim, aday adaylığı, vesikalıklarla donatılmış afişler, makam odası, makam masası, siyasetin başkan etrafında, hatta taşı gediğine oturtan veciz sözler etrafında dönmesi) her yere sirayet edebiliyor. Gerekirse söze Lenin kitaplarından giriliyor ve örneğin “işçi sınıfının ezici çoğunluğu kendi gündelik, acil sorunlarının çözümü için seçimleri elverişli bir siyasal mecra olarak görüyor” gibi derin çözümlemeler yapılıyor.

Ama burada, yani sıkıştırıcı kaygıyı savuşturmak için yükselen bu canhıraş ataklıkta paradoksal bir yan olduğunu da belirtmek gerekiyor: Varoluşa yönelmiş tehdidi bertaraf etmek için girişilen önlemler (ittifaklar, çağrılar, beyanlar) paradoksal biçimde varoluşu tanımlayan süreçlerin, değerlerin eğilip bükülmesini, hatta tek tek elden çıkarılmasını içeriyorlar. Örneğin yaşam tarzıyla ilgili kaygılar için her tür yaşam tarzına hoşgörü isteniyor; yaşam tarzına kasteden uhrevi yaşam tarzı dahil. Ya da gericilik karşısında en fazla oyu almak için gerici adaya da katlanılıyor. Ya da sosyalizme yol almak için sosyalizmden vazgeçiliyor.

Neredeyse varoluştan gönüllü bir feragat yaşanıyor. Bir anlamda kaygıdan kurtulmak için girişilen çaba (“Artık kaybetsin! Nasıl kaybederse kaybetsin de…”) ancak feragat temelinde bir rahatlama sağlayabiliyor. Yani kaygıya tedirgin bir keyif eşlik ediyor: “Şundan vazgeçmiş olabilirsin ama bu sayede ondan kurtulacaksın” diyen bir keyif. Varoluşun altını gittikçe daha fazla oyan, kaygıyı daha sıkıştırıcı hale getiren bir keyif. Kaygıyı besleyen bir keyif.