İstanbul kuşatmasının tarihi

Üşenmedim, araştırdım: “Buralar ilk ne zaman kuşatılmış?” diye. Bilenler bilir: José Saramago Lizbon’un kuşatılması üzerine bir roman bile yazmış. Sanırım oraların kuşatılması da sadece bir kere olmuş. Mağripliler Lizbon’u ele geçirmiş ve sonra da Haçlıların yardımıyla Lizbon geri alınmış. Öyle uzun süreli gelgitler olmamış. Zaten oralara giden bir arkadaşım da “Buraların derdi dertten sayılmaz” demişti. Demek ki çok da çekmemiş Lizbon. En azından bizim buralar kadar!

Neyse! İstanbul ya da eski adıyla işte Konstantinapolis kurulur kurulmaz başlamış kuşatılmaya. Gelen kuşatmış. Giden kuşatmış. Dışından geçen kuşatmış, içinde kalan kuşatmış. O, ondan yardım istemiş, “Aman yetiş, kurtar!” diye. Bu ise şuna haber göndermiş “Koruyuculuğunuz altına girmek için hazırız!” diye. Beriki surlar diktirmiş, öteki yıkmış. Kimisi kurtarıcı olarak karşılanmış, kimisi ne kadar ikona varsa şehirde yakmış, yıkmış.

Hani bir nevi süreklileşmiş kuşatma altında kalmış diyebiliriz İstanbul için. Velhasıl yakanı, yıkanı, seveni ve de satanı çok olmuş. Eh, Saramago’nun tek, hadi bilemedik iki kuşatmadan koca bir roman çıkardığını düşünecek olursak İstanbul için nehir nehir romanlar yazılması gerekir. Binlerce gece okunacak, anlatılacak ve de yaşanacak.

***

Çok sık gitmem İstanbul’a. Ankara tedrisatından geçtiğim için sanırım. Ama işte uzaktan bir hayranlığım, düşkünlüğüm de vardır diyelim. Sokaklarını öyle çok iyi bildiğimi söyleyemem. Ama başımdan gerçeküstü olaylar geçmişliği de vardır kuşatma altındaki bu şehirde. Kuzguncuk’ta kaldırılmak için onuncu erkeği bekleyen bir cenazenin kaldırılmasını sağlamak gibi mesela. Hayat bu, oluyor bazen. İstanbul desen, hayatın nehir nehir aktığı bir şehir.

İşte yıllarca kendimce bildiğim bir şehirdi İstanbul. İlk gittiğimde otogar Topkapı’daydı; yıllar sonraki gidişimde ise İstiklal’de ağaçlar boy atıyordu ve Ortaköy’de öğrenci işi yerler bulmak mümkündü.

Nasıl diyeyim? Tamam İstanbul’da, İstanbullularda bir başka hava hep vardı ama ne bileyim bir yandan da orası bizi bekleyen bir şehirdi; mesela kavganın şehriydi; mesela kaybolanların şehriydi. Züppeler, şımarıklar ve de bıyıklılar vardı ama yine de genel fotoğrafa pek giremiyorlardı. Ya da bir uzaktan sever olarak ben öyle sanıyordum. Bilemiyorum. İstanbul olsa olsa bir Ağır Roman’dı. Sayfaları bitince kapatılacak ve okuyanı bir başka yüzyıla uyandıracaktı sanki.

Kuşatmanın çok da farkında değildim işte sanırım. Tabii ki sorulabilir “Kim farkındaydı ki?” Mesela sol, sosyalistler yeterince farkında mıydı?

Yok! Öyle kolayına kaçıp “Evet ya 94 belediye seçimlerinde kaptırdık şehri!” falan demeyeceğim. Kocaman bir paradoks değil midir dinci bir iktidar döneminde kentin Avrupai bir havaya bürünmesi, daha görünür hale gelmesi, kelli felli festivallerinin yerleşiklik kazanması, turist akınına uğraması, bohem hayatlar için uğrak noktası haline gelmesi, eğlence sektörünün alıp başını gitmesi ve tüm bunların dört bir taraftan takdirle karşılanması, İstanbul’un sevilmesi? Araştırdım dedim ya tarihçiler çok söylemişler zaten: Bu şehri sevenler bu şehri kuşatamazlar diye. Siz onu başkaldıramazlar olarak okuyun.

Ama demiştim ya İstanbul’u kuşatan çok olmuş diye. Bu şehri aynı anda kuşatanlar da çok olmuş. Bazı tarihçiler zaten demişler ki: Şehir kuşatmalarında kritik bir an, bir tür dönüm noktası varmış. Bu an öyle bir anmış ki kuşatılan ile kuşatan yer değiştirirmiş. Bir anlığına kuşatan kuşatılan, kuşatılan da kuşatan olurmuş. İşte o andan sonra her şey değişebilirmiş. Kuşatılanlar şehri yağmalayabilir, surları yıkabilir, kuşatanlar ise güzelim şehir elden gidiyor diye hayıflanabilirmiş.

İstanbul işte kuşatanın ve kuşatılanın hem çok olduğu hem de sık sık birbirine karıştığı bir şehir olagelmiş. Mesela İstanbul’u orta sınıf boğuculuğunun kuşatmadığını söylemek mümkün mü? Siteleri, alışveriş merkezleri, towerları, rezidanslarıyla İstanbul bu sınıfın ezikliği (Lütfen dikkat! Ezilmişliği demiyorum!) tarafından kuşatılmış duruda değil mi?

Öte yandan orta sınıf aklının bu şehirde kuşatılmadığını söylemek de mümkün mü? Hem de ne kuşatma: Arzular, imkanlar, imkansızlıklar, vaatler, saatler, istekler ve sınırlar. Kuşatılmak mı kuşatmak mı? Hangisi daha vahim bilemiyorum?

Gelelim İslam’a. İslam’ın bu şehri kuşattığı, boğduğu, zaptetmek üzere olduğu solda gönül rahatlığıyla söylenebilir. Ampirik olanı tanımlamak kolaydır. Hani bunun için Kadıköy, Beşiktaş ya da Bakırköy haricinde bir yere gitmek yeterli zaten. İşte gözlem kolay ama çoğu zaman da aldatıcı. Çünkü öbür taraftan bakacak olursak kuşatma altında olan esas itibariyle İslam’dır bu şehirde: tüm iktidarına, tüm görkemine ve saltanatına rağmen arzu, para ve modern dünyanın baştan çıkarıcılığı tarafından kuşatılmıştır İslam. Ve hani malumun ilamı olarak da görebilirsiniz: Bu şehirde İslam, ağırbaşlılığına rağmen kendisini şatafata bir kere kaptırmıştır.

***

İstanbul’un kuşatanı ve kuşatılanı çok demiştim. Ama sanırım eksik söyledim. Çünkü yine tarihçiler der ki nereden baktığınıza göre de değişir bir şehrin kuşatılmışlığı. Yani kuşatma-kuşatılma hangi tarafta olduğunuza göre değişir. Kuşatan olsanız bile hep kuşatmayı, kuşatılmışlığı görebilirsiniz. Ya da şehri kuşatılmış olarak görseniz bile halbuki bizzat kuşatan olabilirsiniz.

Garip bir durum işte. Tarihçiler buna tarihte psikolojinin rolü diyorlar. Bilirsiniz işte; dilden dile yayılan şehir efsaneleri gibidir: Kuşatılmada önemli olan bir yerden sonra psikolojik üstünlüktür. Stalingrad kuşatmasını düşünün mesela.

Bana soracak olursanız İstanbul fena kuşatılmış durumda. Yeşilin çeşitli renginden para İstanbul’u kuşatmış durumda. Eh para yeşil olunca insanlar da yeşilin çeşitli tonundan oluyor. Hem moderni var, hem muhafazakârı. Hem eziği var hem özeneni. Hem şımarığı var hem ağırbaşlısı. Hem ortası var hem de altı. Hem dört oda bir salona sığamayanı var hem de sıranın kendisine gelmesini bekleyeni var. Hem minarenin boyunu ölçen var hem de gökdelenlerin boyunu ölçen.

İşte bana soracak olursanız bu çeşit çeşit kuşatma aslında tek bir kuşatma. Ve kuşatılanlar da metrobüste. Balık istifi gitmeye razılar. “Hiç yoktan iyidir!” noktasına çekilmişler, gidip geliyorlar.

Ya da belki de kuşatmanın içinde bir anlığına belirecek olan şu büyülü anı bekliyorlar: Kuşatanın ve kuşatılanın yer değiştireceği anı.

Ama tarihçilerin yazmadığı bazı şeylere de denk geldim işte İstanbul üstüne okurken. O an için, yani kuşatmanın tersine döneceği an için…

***

Eh her şeyi de tarihçilerden beklememek lazım değil mi?

Mesela Haliç’te tarihe tanıklık etmek lazım.