İd siyaseti

Bir başlangıç olarak, “ilginç” diyebiliriz. Neye? Siyasete özellikle de “küresel” siyasete. Çünkü günümüzün burjuva siyaset dünyası, geçmişte arızi olanın, istisnai gibi görünenin gittikçe kıtalararası bir standarda dönüştüğü örnekler çıkarıyor. Ardı arkası kesilmeyen figürler bunlar: Lafını sakınmayan, öyle ölçülülük falan aramayan, bastırmaya gerek duymayan, kitlelerin arzularına tercüman olan ve kitleleri ardına takan siyasi figürler.

Az gelişmişinden çok gelişmişine tüm kapitalist dünya otoriterin de ötesinde siyasi figürlere yönelmiş durumda. Toplumlar, özellikle de toplumların “sol” kesimleri Duerte’ye, Orban’a, Kaczynski’ye şaşırırken (“yok canım artık” derken) en son Trump herkesi (ana akım medyaya inanan, inanmak isteyen herkesi) ters köşeye yatırarak seçiliverdi.

Haydi diyelim ki bu isimler “sağ” siyasete ait. Modern zamanların en hünerli siyaset illüzyonunu yapan Çipras’ı ne yapacağız? Her şeye rağmen nezih siyaset dünyasının arızi durumu mu sayacağız?

Arızilik, yani burjuva siyasetindeki ölçülüğü, kibarlığı delen bir iki sivri figürün marjinal halleri geride kaldı. Başka bir şey oluyor siyasette. Hani neredeyse Antik Yunan’dan kalma bir formül bozuluyor. Neydi o formül?

Aristoteles kent devletlerinin anayasal işleyişini ele aldığı Politika’da insanın siyasal bir hayvan olduğunu belirtir. İnsanın belirli bir grup içinde yaşayabileceğini ve grubun tüm kurucu üyelerinin ancak bu sayede gelişebileceğini anlatır. Ve bir uyarı ekler: bu özellik diğer canlılarda olmayan türde bir özelliktir. Yine bir grup oluşturma eğilimi olan arılardan ya da karıncalardan insanın biraradalığını ayırt eden, insanın sadece politik olması değildir; aynı zamanda rasyonel olmasıdır. İnsan, sadece topluluğun oluşmasını değil aynı zamanda işlemesini de sağlayan logosun emrindedir. Siyaset de bir araya gelmiş bireylerin rasyonel tartışma ile bir arada var olabilmek için logos yani akıl ile bir yol bulmasıdır.

Formül az çok böyleydi. Günümüze kadar egemen siyaset dünyası da hasbelkader işte bu formülasyon üzerine kuruluydu: Aşırılıklar olur ama sağduyu galip gelirdi. Formülün Türkçe versiyonu da gayet sade ve yalındı: “Demokrasilerde çare tükenmez!” diyordu ya Demirel. Yani aşırılıklar olur, kol kırılır ama yen içinde kalırdı. Düzen (istikrar, huzur, sükunet) eninde sonunda kendisini tesis ederdi.

Formül ister bireysel isterseniz kitlesel zihniyetin bilinçli bir işleyişe sahip olduğu varsayımına dayanıyordu ve formülde asıl olan mutabakat sağlanması, her şeye rağmen sağlanabilmesi gibi görünüyordu. Buna göre ister politikacı, ister sıradan vatandaş olsun herkes, akılcıl olana (rasyonel), sağduyuya uyardı. Toplumsalın sürebilmesi için logos devreye girerdi. Logos devreye girince de irrasyonel istekler, aşırılıklar bastırılırdı. Hatta politikacı kolektif logosun ve rasyonelliğin (bastırmanın) vücut bulduğu kişiydi.

Daha doğrusu iz bırakan burjuva siyasetçisi, bir tek logos ve rasyonalite peşinde koşan değildi; o neyi ne zaman ihlal edebileceğini, rasyonaliteyi ve irrasyonaliteyi de iyi kestirebilendi. Özellikle de soğul savaş dönemi küresel çapta burjuva siyasetine böylesi bir ağırbaşlılık ve külyutmazlık vermişti. Her şeye rağmen rasyonalite, ve onun temsilcisi olan ego galip geliyordu. Ve bu da toplumları açıkçası ikna ediyordu.

İkna etmekle de kalmıyordu örneğin kıta Avrupasında sosyalizmi faşizm ile eşitleyebiliyordu: Her ikisi de aşırıydı, uçtu; her ikisi de logos ve rasyonaliteden yoksundu. Demokrasi ise logosun ve rasyonalitenin güncel siyasi haliydi. Ve de ne de eşsizdi. Tıkır tıkır işliyordu; tam da Aristotales’in tarif ettiği gibi.

Ama bu formül iptal oldu. Öyle geçici bir süreliğine askıya falan alınmadan hem de. 

Görünüşe göre günümüzde de egemen siyasi profil sanki sapkınların elinde gibidir; daha doğrusu rasyonel, sağduyulu bir toplam (ki geniş sol da bunun içinde) sapkın olanın durdurulamaz yükselişiyle dumur olmaktadır. Ancak bu durum, yani varolanın sapkın olduğu düşüncesi yanıltıcıdır. Çünkü, geçmişin ölçüleriyle sapkın olan bugün tam da egemen olandır.

Nasıl mı?

Şöyle ki: Az önce yukarıda rasyonel olan için bazı isteklerin bastırılması gerektiğini belirtmiştik. Aristoteles polis insanının bunu tartışarak, enine boyuna kavrayarak rasyonelce kararlar verdiğini belirtmişti. Buraya kadar sorun yok gibidir; ancak Freud’un zihinsel işleyişe dair yapısal teorisi kendiliği üç parçaya ayırır: öncelikle içinde dürtülerin ve sınırsız isteklerin bulunduğu id vardır; id sürekli olarak ister (haz ilkesinin peşindedir) ama bu istekler gerçekliğe uymaz ve süper-ego tarafından bu istekler karşısında nasıl birisi olmamız gerektiği (ego ideali) öğütlenir. İşte bu ikisini, yani arzuları ve bastırıcıyı düzenleyen kısım ise az çok rasyonel, akla yatkın olanı temsil eden egodur. İd sınırsızca isterken süperego ulaşılamayacak bir hedef koyar ve ego da tüm bunları dengeler.

Bu anlamıyla artık geride kalmakta olan eski siyasetin, yani bir tür denge siyasetinin bu formülasyon ile benzerliği kolaylıkla görülebilir. Özellikle soğuk savaş dönemi Avrupa siyaseti bu denge siyasetinin sahnesi gibidir: İki Dünya Savaşı ile açığa çıkan id’in istekleri (örneğin “hastalıklarda arındırılmış saf bir ari ırk elde edilsin”) bastırılmış ve yabancı düşmanlığının olmadığı, farklılıkları kabul etmenin rasyonelleştiği, antisemitizmin suç haline geldiği (uçların törpülendiği) rasyonel bir siyaset kurulmuştur. Aynen Alman sosyal demokrasisinin birbirinin peşi sıra gelen liderlerinin yüzleri gibi: Donuk ve ifadesiz.

Ama artık bastırma, logos ve rasyonalite işe yaramamaktadır. Belirsizlik, güvencesizlik ve tedirginlik kadar arzular da salınmış durumda ortaya. Kâh geçmişe özenme, kâh toprak hesabı, kâh lidere tapma olarak kolektif arzular akacak mecra arıyor kendine. Ve bu doludizgin gidişatı ancak id karşılayabiliyor.

İşte bu nedenle de örneğin solda bu ara sıkça dillendirilen en geniş birliktelikler ancak ve ancak geçmiş egoyu işbaşına çağırmış oluyor. Hepsi bu! Ama nafile; artık ego ortadan kalktı. İd toplumunda id siyasetini yaşıyoruz. Ve yaşayacağız, ne bedellerle.

Çok açık, ta ki yeni bir rasyonalite bu dönemi bitirinceye kadar.