Herşey çok açık değil mi?

Ahkâm kesmek anlamsız. Ve hatta aptalca.

Ama geçen hafta şöyle bir şey yazmıştım: “psikolojiden, psikiyatriden çok şey bekleniyor.” diye. Tam da bu sözün üstüne toplumu, bizleri sarsan her yeni olayda psikiyatrik bir şey çıkıverdi. Ayrımcılık, yoksulluk, yalnızlık, otizm ve intiharlar giriverdi gündemimize. 

Yine aynı yazıda “Türkiye toplumu psikolojikleşmiştir” diye de eklemiştim. Ama bir yanı eksik kalmış bu söylediğimin. Hafta boyunca yaşananlardan sonra bu eksiği anladım. Şimdi düzeltmeliyim söylediğimi: Türkiye toplumu örgütsüzleştiği, köklü bir değişimi hedefleyen bir siyasetle buluşmadığı ölçüde psikolojikleşmiştir. 

Psikoloji fazlalığının yanı başında siyaset eksikliği var. Ve sorun da burada. Tekil insanların ölümü tercih etmesinin siyasetsiz kalmalarıyla ilişkisi var demiyorum. Bireylerden değil toplumdan bahsediyorum. 

Yine de bu kadar çok işaretin üst üste geldiği bir kesitte ahkâm kesmenin, laf söylemenin hem sınırı hem de yabancılaştırıcı bir etkisi var. Ispanak arasına karışan otlardan üst üste gelen ölümlere kadar üzgünüm, üzgünüz. Hepsi bu. 

Yine de bu üzülmenin de her yanı örgütsüzlüğü anlatıyor. 

Üzüntü, çaresizlik ve öfke için özellikle dün, bir çok insan bir şeyler yapmaya çalıştı. Bol bol yazıldı, çizildi. İyi niyetli olarak. Sınıfların, özellikle de emekçi sınıfların öyle sanıldığı gibi ortadan kaybolmadığı hatırlandı. Yoksullukla, ekonomik zorluklarla sınıfsal konum arasında ilişki kuruldu. Olağan zamanlarda pek sevilmeyen kriz çözümlemelerine başvuruldu ve neo-liberal, kapitalist her tür politika lanetlendi. İntiharlar buna bağlandı. İntiharların basında nasıl yer alması gerektiği önemsendi. Sonunda da utangaçça “muhalefete” ve hatta varolan “yöneticilere” seslenildi. Bir şeyler yapmak adına.

Bir bütünlük çıkar mı buradan? Bilemiyorum. Kendi adıma pek sanmıyorum. Bütünlük öyle kendiliğinden, vahiy yoluyla inmiyor zihinlerimize. Sürekli yıkılıyor ve sürekli, yeniden kuruluyor. Kurulması gerekiyor. Bunu sürekli diri tutan bir özne gerekiyor. Ama örgütsüzlük ve siyasi pragmatizm herkesi tutuyor işte.  

Bir yanıyla doğal; herkes durduğu yerden görüyor olan biteni. Kimisi kitaba bağlıyor, kimisi denetimsizliğe, kimisi ıspanağa, kimisi eş, dost ve akrabalara, kimisi kapitalizme. Ve tüm bu bakışın ortak yanı sanki iyimser bir beklenti ile kötürümleşmiş durumda: sanki parçalar farklı olsa bütün de farklı olacak. Sonuç değişecek. Öyle bir havada karşılanıyor olup bitenler. Parçalı. 

Günümüzün en belirgin düşünce kalıbı değil mi zaten olguları, olayları parçalı görmek? Arka arkaya gelen olayların birbiriyle ve dinamik/değişken bir bütünle olan ilişkilerini görmemek baskın düşünce biçimi değil mi? Egemen bakış açısı da şunu dayatmıyor mu? “Tüm bunlar, bazı kişilerin başına tesadüfen geliyor. Münferit.” Düzendışı, açık ve net bir doğrultu göstermediğimiz sürece biz de bu münferitliliğe, parçalılığa su taşımış oluyoruz. Hepsi bu. 

Zaten bu parçalı bakış her yerde karşımıza çıkıyor. Mesela neredeyse 200 yıldır intiharın sosyal belirleyicileri gayet iyi bilinse de “mesele bir tek yoksulluk olamaz, psikolojik bir şeyler var” denebiliyor. İyi niyetli. Ama parçalı işte. Hem de paramparça. Yaşam ise bu parçalı bakışa ne yazık ki kısa sürede sanki cevap veriyor. Bu sefer “9 aydır işsiz olan” bir baba, kendisiyle birlikte tüm ailesini götürüyor yanında.

Psikolojik bir şeyler yok mudur? Olmaz mı!

Ararsanız, mutlaka ama mutlaka her intiharı sadece psikopatoloji ile açıklayabilirsiniz. Zaten psikoloji ve psikiyatrinin egemen bakışı bu parçalı düşünmeye, bütünü örtmeye yatkın bir yan taşır. Ama öyle bir kesitten geçiyoruz ki “bütün” kendini en münferit parçada bile gösteriyor işte. Durmadan. 

Bir de “ne alakası var” diyerek, varolan düzeni, ekonomik krizi (ama parçalı ama bütünsel) işaret edenlere karşı olan bitene “yedirmeyiz” kıvamında yaklaşanlar var. Az ama var. İntiharı, bunalımları, ruhsal acıları çeşitli nedenlerle ekonomik zorluklara indirgeyemeyenler...

Öncesinde de netti ama şu saatten sonra 80 milyonluk bir ülkenin ekonomisinin son iki yılda neredeyse %20 daralmasının, işsizliğin %25’lere çıkmasının böyle tekil sarsıcı bedelleri olmayacağını düşünmek hakikaten art niyetliliktir. Başka bir şey değil. Bu nedenle sosyoloji değil, psikoloji değil, örgütlü emekçi halk siyaseti gerekmektedir bugün. 

Peki ne öneriliyor? 

O da parçalı. Bu daralan ekonomi ve azalan refah dört bir yandan sinyal veriyorken tutup sadece siyanüre ulaşımı zorlaştırsanız mutlaka ama mutlaka başka yollar çıkar. Bastırılan mutlaka geri dönecektir. 

Sermaye, bir bütün olarak, krizde olanaklar görürken hepimizin bedenlerinin, aklının üstüne basarak yapıyor bunu. Emekçilerin zihnine hiçbir şeyin değişmeyeceği, her şeyin kötüye gittiği, en yakın kurtuluşun ölüm olduğu girdikten sonra gerisi hikâye! 

İntihar, sesi olmayanların sesi, çığlığıdır. Ama bugün gereken güçlü bir örgütlü sestir. “İntihar ile ihtilal arasına sıkışan” bir yerdeyiz. 

Bu dakikadan sonra intiharı bireysel bir tercih, eylem olarak görmek de açıkça yalancılıktır. Gıda güvenliğinden özel eğitime, ailenin yapısından intihara her şey açık bir politik bir meseleye dönüşmüştür. Ve siyasetin, örgütlü halk siyasetinin kendini göstermesini beklemektedir. 

Sihirli bir değnekten bahsetmiyorum ama köklü bir değişime bu kadar mesafeli bir toplumun kabuğunu yırttığı yerde hakkını aramak da, yardım almak da, dayanışmak da daha kolay olacaktır. O zaman siyanürden de kardeşlerin aynı okula farklı kapılardan girmek zorunda kalmasından da ıspanağın içinden zehirli otlar fışkırmasandan da kurtulabiliriz. 

Açık değil mi?

Deneyelim ve görelim.