En iyisi, amnezi!

Toplumsal anlamda en son hangi yılı heyecanla karşıladığımı düşünüyorum. Aklıma Fidel'in Morales ve Chavez'le birlikte çekilmiş fotoğrafları geliyor. Güldükleri ve gülümsettikleri kareler, 2005 ya da 2006'ya ait sanırım. Latin Amerika'da beliren sıcaklık tüm dünyayı ısıtıyordu: Fidel, yanına Chavez ve Morales'i de almış, Sovyetler sonrası dönemde etrafı saran karı, buzu süpürüp gidiyordu. Üçünün birlikte gülümseyişi milyonlarca insanın hep birlikte gülümsemesi ve umutlanmasıydı.

Sonra geri dönüp 2015'i düşünüyorum. Bir dolmuşta başladı bu boz yıl: Anladı ki Türkiye çoktan, her yerinden erkeklik akan bir şoförle içinde baş başa kaldığımız bir dolmuşa dönüşmüştü. İlk fırsatta ıssız bir yere çekilmek üzere doludizgin karanlığa gitmekteydi. Aradan geçen aylar, çok da şaşırtmadı, ülkenin rotası konusunda ve bu tekinsiz rota acil bir çıkış arama hali yarattı. Arayış haklıydı, inancaydı ama yöneldiği çözümler sıkıntılıydı.

Varoluşa yönelmiş köklü, çok temel bir tehdit algısı söz konusuydu. Tehdit  köklü olunca da en kısa yoldan, fazla hasara uğramadan, çok da hırpalanmadan, garantili bir yol ile kurtulmanın yolları aranmaya başlandı. Tehdit algısı ve kaygı, sihirli bir etkiyle herkesi aynı hizaya getirmeye başladı. ‘Olağan zamanlarda’ dillendirilemeyecek (ve haliyle bastırılacak) argümanlar teker teker sıralanıverdi ve kaygı siyasette de kullanışlı bir araca dönüştü.

Varoluşa yönelmiş tehdidi bertaraf etmek için girişilen önlemler (ittifaklar, çağrılar, beyanlar, zaman zaman şiddet de içeren eylemler) paradoksal biçimde varoluşa ait değerlerin eğilip bükülmesini, hatta tek tek elden çıkarılmasını içerdi. Kısa devrelerden uzak durmak, titizlenmek, kendi üzerine neredeyse çilekeş bir emekle düşünmek gerekiyordu; ama kolay görünen ve acil olan, zor ve vadeli olanı etkisizleştirdi.

Sonra büyük beklentiler ve büyük aldanışlar geldi: Herkes birbirini 'gerçekçi olmaya' çağırdı. ‘Gerçeklikle bağını koparma!’ diye diye gerçekle bağını kopardı insanlar. İşte böylesi bir kopma hali, örneğin Çipras'a büyük umut bağlanmasını sağladı. Aldanmaya olan yatkınlığın boyutları göz yaşartıcıydı; hatta radikal sol meselesine karşı duranlarla 'acıların solu' diye dalga geçenler oldu.

Her şey yerli yerine oturduktan sonra şimdi anlaşılmazmış gibi görünen olaylar, durumlar sanki bir Sade öyküsünde olup bitiyormuşçasına aslında tüm çıplaklığıyla,  tüm müstehcenliğiyle herkesin gözü önünde yaşandı. Kitleler, sol, büyülenmişçesine Çipras'a ve onunla simgelenen kolay çözüme bağlandı.

İnsan hayatın böylesi bazı ‘sihirli’ halleri vardır. Bu hallerin içinde, bile isteye adlanılır: Kubrick’in modern dünyanın hallerine, ilişkilerine dair ima ettiği biçimde aslında biz açık sanırken ‘gözümüz tamamen kapalıdır’ olan bitenler karşısında ya da tam tersi, gözümüz sımsıkı kapalıyken açıktır aslında.

Olaylı yaşantılardan değil, hemen her gün bir yerlerde olup bitenlerden bahsediyorum. Her birimizin hayatına bir uğrakta mutlaka giriveren, hayatımızın bir köşesinden öylece geçip gidiyormuş gibi yapan olaylardır bunlar: Doğumlar, düğünler ve de cenazeler gibi. Bu tür hayat olayları sırasında yapıp etiklerimiz bir süre sonra anlaşılmaz görünür. “Neler yapmışım, yapmışız?” deriz şaşkınlıkla.

Her birinde mutlaka bir hâller olur bizlere. Çünkü bu tür durumlar yoğun duygular, insanın iç dünyasındaki dengeleri zorlayan duygular oluşturur. Bu tür süreçlerde insanların genel geçer davranışları zaman zaman askıya alınır. Yoğun duygular söz konusu olduğunda kimin ne yapacağı belli olmayabilir.

Seçimler de çok güçlü duygular uyandıran hayat kesitleridir. Althusser’in ‘özne gibi çağrılma’ işleminin veçhelerinden bir tanesidir seçimler. Bazı konularda kulakların üzerine yatılır; stratejik hesaplar yapılır, ince ince. Bazı partiler göze güzel görünmeye başlar; çok olmak, vekil seçmek ve çokun içinde yer almak istenir; yavaş yavaş bazılarına sonsuz kredi açılır.

Hâlbuki daha üç beş gün önce herkes birbirine geçirmektedir: İnsan ilişkilerindeki, siyasi tavırlardaki ve sanal âlemdeki veryansına, gürültüye bakılsa en makbul olan herkesin herkese ilk fırsatta bir güzel geçirmesidir ama nafile, yine anlaşılmaz gibi görünen tuhaf bir unutkanlık her tür sövgünün ve aldanmanın üstünü örter.

Çünkü deneyim, bilmek değişmeye, değiştirmeye yetmez. İnsanlar, bilseler de bazı davranışları, bazı ilişkileri tekrar ederler. Örneğin “Bu sefer doğru düzgün birisini bulacağım” diye yola çıkılır ve sonra “Neden hep aynı tipte insanları buluyorum?” diye biter ilişkiler. Çoğu zaman farkına bile varılmaz. Uyarılara rağmen fark etmeden bir diğer benzer ilişkiye doğru yol alırız.

Bir şeyleri tekrarladığımızı sezebiliriz ama bir taraftan da tekrarlayarak değişmeye karşı direniriz. Değişmemek için hani neredeyse bahaneler buluruz, yaratırız. Gözümüzün önünde, ‘sihirli bir el değmişçesine’ yükselen sol, bir yanıyla fark etmeye, değişmeye karşı bir dirençti, örneğin. Tam boy bir değişime gitmemek için alınmış bilinçdışı bir önlemdi.

Diğer yandan nesnel (yapısal) bir yanı var göz göre göre aldanmanın. Kısa devrelere, acil çıkışlara yönelen bir yan bu. Vekaleten yürütülecek bir mücadele gibi “Biri çıksın ya da bir şey olsun ve bizi kurtarsın!” demek gibi. Sanki kurtarıcılara, azizlere ait bir yer var, içimizde: Nesnel bir durumun, kötü olanın, kötü gidişatın önüne geçilememesinin bir görünümü olarak. Bazen çaresizliğin, çoğu zaman ise aptallığın görünümü olarak.

Azizleri ve gözleri tamamen açık biçimde aldanmayı bitirecek olan ise devrim. Devrim, kendimizi bile isteye kandırmamızı ve azizler aramamızı bitirme olasılığımız.

O zamana kadar ne mi yapacağız?

Madem ki bu meşhur ve ayartıcı soruyu soruyorsunuz, aslında siz inanmıyorsunuz. Merak etmeyin. Her şey gelir geçer; herkes unutur. Söylediklerini, yaptıklarını unutur. Yılışık bir huzur çalar insan ilişkilerinin kapısını. Ve tüm yamukluklar unutulur gider; genellikle.