Depremler, salgınlar ve dükkânın önü...

Öncelikle depremi ve yıkımı yaşayanlara geçmiş olsun. Deprem anına dair görüntülerden anlaşıldığı kadarıyla oldukça şiddetli bir depremdi yaşanan. Ve hatta yıkım daha fazla olabilirdi, sanırım görece kısa sürmesi hasarın büyüklüğünü önledi. Keza 99 depremi neredeyse bir dakika boyunca devam etmişti... Ama süre ve şiddet bir kenara, bölgede yaşayanlara, etkilenenlere tekrar geçmiş olsun. Kayıplar yaşayanlara ise sabırlar diliyorum. 

Öte yandan bu depremde, kulak verildiğinde bilimin, hatta dikkatli bir gözlem ve bilgi süzgecinin sağladıklarını, sağlayabileceklerini görmek de (bir kez daha) sarsıcı oldu sanırım. 
Mutlaka izlemişsinizdir, geçtiğimiz Ekim ayında Prof. Dr. Naci Görür’ün katıldığı bir televizyon programına dair görüntüler paylaşıldı depremden hemen sonra. Prof. Görür o programda yaptığı konuşmasında tarihsel bilgilere ve teorik bilgiye dayalı olarak neredeyse nokta atışıyla, “Sivrice gölü çevresi” diyerek Cuma akşamı yaşanan depremi haber veriyor. Haber vermekle de kalmıyor, bir an önce önlem alınması gerektiğini söylüyor. 

Yazık ki bilmek sadece “para” ediyor günümüzde. Çoğu kişi oraya bakıyor. Hâlbuki bilmek kolektif bir eylem. Kimse bir bilgiyi tek başına ortaya çıkarmıyor. Koca bir birikimi ardına alıyor. Bu nedenle bilmek kamusaldır, kolektiftir; aynı zamanda, öngörmek, uyarmak, önlemek, müdahale etmek demektir. Bir süredir bunları unutmuş olsak da... 

Prof. Görür’ün verdiği bilgilere bakarsak depremin şiddetinin beklenenden biraz daha düşük olduğunu, tarihte bu bölgede daha şiddetli depremler yaşandığını ve yaşanan depremin başka depremlerin habercisi olabileceğini de anlıyoruz. Zaten kendisi Ekim ayında dile getirdiği bu bilgileri depremden hemen sonra bir çok kanaldan tekrarladı. Altını bir kez daha çizerek. 

Bilim, böyle bir şey: Tarihsel bilgiyi sentezlemek, yorumlamak ve öngörmek. Son haftalarda çok yara almıştı bu “bilimsi” bakış. Hani neredeyse liberal ve muhafazakar bir dalgayla hırpalanmıştı. Gereksiz yere. Somut bir acıya ihtiyaç vardı etrafına çöken kirliliğin dağılması için. Çin’de yaşanan koronovirüs salgını, Elazığ’daki deprem hemen dağıtıverdi bu çürük yapıyı. 
İlginçtir ki kimse salgınlar ve deprem yaraları için sarı kantaron vs. önermiyor. Önermeye cesaret edemiyor. Somut bir iki olay bu orta sınıf kökenli idealist hedehödöyü dağıtıverdi. Ya da en azından şimdilik seslerini kısmak zorunda bıraktı. Ne denir, güzel! 

Ama bu hafta toplumda başka bir şey daha olmaya başlamıştı. Deprem onun da üstüne geldi. Krizin etkilediği geniş bir toplumsal kesimin sesiydi bahsettiğim. Hayat pahalılığı, faturalar ve sosyal medyada paylaşılan “dramatik yaşantılar” kısa sürede buraya çevirmişti bakışları. Krizin, ekonomik daralmanın somut göstergelerine...

Depremler gibi büyük toplumsal felaketler bir tür zihinsel ortaklaşma yaratıyor. Acılar, büyük sıkıntılar normalde yan yana gelmeyecek kişileri, düşünceleri, duyguları yan yana getiriveriyor, çoğunluğun duygusu “bir” oluyor. Kadercilik ve acziyet kadar dayanışma, yardımlaşma gibi insancıl duygular da öne çıkıyor. Akut, yani aniden, kısa sürede ortaya çıkan acılar genelde birleştiriyor. Deprem de bir anlamda birleştirdi herkesi ve sonrasında da gerçeklik herkesi hızlıca dağıttı. 

Uzun süreli acılar içinse durum hiç de böyle değil. Gökkubbede nahoş bir seda gibidir kronik acılar. “Bitse de kurtulsak” gözüyle bakılır onlara. Akut acılar için herkes harekete geçmek ister, kronik acılardan ise herkes kaçar. Deyim yerindeyse sırtını döner. Gücü varsa da kovalar. 

İşte geçtiğimiz hafta ısınmak için bir hastanenin polikliniğine sığınan iki yaşlının görüntüleri de dolaşıp kayboldu toplumsal hafızamızda. Hızlıca. Krizin somut yaşantılarına dair “sıradan” bir dramatik andı. Hikayelerini ise tam bilmiyoruz. Paylaşılan haberlerden kentlerde sıkışmış, kırsal kökenli iki yurttaş, hatta “evsiz” olduklarını anlayabiliyoruz. Gerisi yok. 

Ama cızırtılı bir ses de var bu görüntüde: “dükkânın önünü kapatmayın” diyen. Muhtemelen asgari ücretle orada çalışan ama üniformasıyla “dükkânın sahibine” dönüşüveren bir ses. Çalıştığı yeri, koca bir fabrika gibi işleyen bir işletmeyi “dükkân” olarak görebilen bir ses. Esnaf. Elindeki yetkiyi ilk fırsatta biçarenin üstüne salan bir ses bu. Ne kolay. Yoksulluk, görülmek istenmeyen, mümkün olduğu ilk anda kovalanan kronik acılardan değil mi? 

Dükkân ise çeşit çeşit. Yeri geliyor bir iş oluyor, yeri geliyor bir yerleşim, yeri geliyor koca bir ülke. Ama esnaflık ve güç sergileme değişmiyor. Koca bir yanılgıyla. Yoksullukta ve depremde, farketmiyor. Yanılgı baki. 

Ardında ise koca bir düzen eze eze, yıka yıka dönmeye devam ediyor.

Tekrar geçmiş olsun. İçtenlikle. 

Ve bir de... Depremde, soğukta, her zor anımızda “dükkânın önü de neymiş, tüm ülke, tüm toplum bizim, senin” diyenlerin çoğalacağı günlerimiz olsun...