Coğrafya kader midir?

Kader değil midir?

Bir süredir bu sözle uğraşıyorum kafamda: “Coğrafya kaderdir!” Bir tarafıyla anlıyorum; sözün tarif ettiği sanki çok açık, hatta kocaman bir gerçek. Zaten coğrafya her şeyimizi belirlemiyor mu? Dilimizi, sesimizi, bakışımızı, aklımızı, yolda yürürken ölme ve öldürülme ihtimalimizi, karşıdan karşıya geçerken sakat kalma olasılığımızı ve kazasız belasız yaşayıp gitme şansımızı. Bunların hepsi coğrafyadan coğrafyaya değişmiyor mu? Değişiyor! Öyleyse sözün ima ettiği, içine hapsolduğumuz şu kader gerçek, doğru ve kaçınılmaz.

Öte yandan, mesela yüzyıllardır savaş yaşamamış ülkeler de var dünya üzerinde, ne garip! Ama zaten buradaki coğrafya sadece dağları, düzlükleri ve iklimleriyle bir coğrafya değil. Gerçi onlar da var: kutuplarda güneş çarpmaz, çöllerde vücudumuz buz kesmez! Ama buradaki coğrafya esas olarak insanlar, sınıflar, üretici güçler, sınıf mücadeleleri ve bunların çeşitli görünümleri, halleri. Coğrafya bunları içeren, bunlardan oluşan bir isim. Coğrafya, ismin sınıf mücadelesi hali!

Coğrafya aynı zamanda içerisini ve dışarısını ayıran bir sınır: içeriyi inşa eden, dışarıyı tarif eden. Bu nedenle içinde dil, din, kültür, ırk, ulus ve halk da var. Onlar da görünümler, haller. Birebir yansımalar değiller belki ama onlar da sınıf mücadelesi denen toplumsal çatışmaların, karşıtlıkların görünümleri. 

E, öyle de olsa böyle de olsa, "coğrafya kaderdir" demeli ve geçmeli miyiz? 

Pek değil! Zaten düşündükçe çeşitli itirazlar çıkıyor içimden: çeşitli umutsuzluklara bahane olduğunu düşünüyorum bu sözün. Çünkü "Buralar böyle; yapacak bir şey yok! Ne diyelim, kader işte!" der gibi söz. “Ne yaparsak yapalım, hayattan payımıza düşecek olan çoktan belli; o da çaresizlik ve keder” der gibi. Basiretimizin bağlanması gibi! İtiraz buralardan başlıyor içimde. Pek uymuyor bana. Ve sanırım itirazım sözün coğrafya kısmına değil, daha çok kader kısmına. Kabullenmeye!

Çünkü kader aslında coğrafyadan da bir geri çekilmeyi içeriyor: iddiasızlığı, değişmezliği ve değiştirmemeyi peşin peşin teslim ediyor. Öyle olunca insanın "Coğrafya kederdir!" diyesi geliyor. Söz zaten daha çok bunu vurgulamak için kullanılıyor: yaşananlar karşıdındaki kederi. Değişmeyen günlerimizi, süreklileşen sıkışmışlığı ve getirdiklerini.

Sanki mesele tam da burada, değişimde değil mi? Coğrafyayı olduğu gibi kabul etmek ya da etmemek! Tam karşılamaz belki ama coğrafyayı nesnellik olarak görürsek ve sözü de "Nesnellik kaderdir!" diye bir düzeltirsek işaret edilen sanki daha net ortaya çıkacak. Sözün içerdiği siyaset de şimdi belirgin hale gelecek. Değişmezlik siyaseti. Daha doğrusu değişimin zorluğu, imkansızlığı ve başkasına bırakılmış reform temennisi. 

Bu durumda sözün öznesi de daha belirgin hale geliyor: Karamsar ve çıkışsız bir özne. Nesnelliği değişmez, en azından bir süre, uzunca bir süre değişmez kabul eden ve tam da bu nedenle “kader” diyen bir özne. 

Kader ve siyaset denince aklıma Cem Karaca ve Dervişan'ların 1975 tarihli albüm de geliyor: Yoksulluk Kader Olamaz! Albümün adı uzunçaların kapağında bir duvara yazılıdır, duvardaki diğer sloganlar gibi kırmızı bir boyayla. Bir müzik grubunun albüm ismi olarak seçmesi için bile çok radikal görünen bir söz. Ama bu sözde bile bir "dileme, temenni, bekleme" hali yok  mu? Nesnelliği kabul etmeyen ama temenni ile yetinen...

Hâlbuki bu sözün bir de nesnelliğe kafa tutan biçimi var: Yoksulluk kader değildir! "Olamaz" ile "değildir" arasında siyasi bir içerik farkı var. Kabullenici/temenni edici bir pozisyon ile itiraz eden ve istim alan! Siyaseti kadar öznesine, yani nesnelliği, yoksulluğu değiştirecek öznesine dair de önemli bir fark var. İlk haliyle, yani Karaca ve Dervişan’ın albümündeki gibi bırakırsak, bu söz, bu siyaset yoksula seslenirken usul usul efendiyi gözlemleyecek, onu gözetecek, değişim için. Ama itirazın muhattabı kimdir ki? Yoksullar mı? Yoksulluğa neden olanlar mı?

Sanırım siyasete “kader” girince böyle oluyor. Daha doğrusu siyaset kendi çıkışsızlığı ve ufku için kadere sığınıyor. 

Ama nesnelliğin (coğrafyanın, yoksulluğun) sabit, değişmez, dokunulmaz ve değiştirilemez gibi görünen bir yanı da var. "Böyle gelmiş, böyle gider" gibi görünen bir yanı yani. Bazı zaman dilimlerinde nesnelliğin değişmezliği daha baskın hale geliyor. İnsan, özne, bu taşlaşmışlığın altında eziliyor. Avunacak şeyler arıyor. İşte “coğrafya kaderdir” biraz da o avuntu arayışından çıkıyor. 

Yani sadece bir bilinç halinin yansıması değil "coğrafya kaderdir": aynı zamanda afektif, duygu dolu bir yanı var. Kabullenme, çaresizlik ve keder içiçe.   

Bazen nesnellik kendini öyle bir dayatıyor ki (ya da öznenin, büyük insanlığın sessizliği öyle uzun sürüyor ki) hiç bir şey değişmezmiş gibi geliyor işte. Hatta Eski Ahit’te de öyle yazılmamış mı? “Güneşin altında yeni bir şey yok” diye. Belki 3000 yıl önce de birileri bu coğrafyada etrafına bakmış ve kederli bir kaderden başka bir şey görememiş. Sonra... 

Sonra bazı şeyler değişmiş. Hem de çok değişmiş. Bazı şeyler ise hiç değişmemiş. İşte ay, güneş, dağlar ve ovalar değişmemiş. Kurt, kuzu, koyun da değişmemiş. Savaşlar, ölümler, zılgıtlar, haykırışlar, acı da. Ama çok şey de değişmiş. Coğrafyanın kendisinden kentlere, sofralara, uykulara kadar bir çok şey değişmiş. Değişmeyen bazı şeylerle birlikte muazzam bir değişim olmuş. 

Bu anlamda coğrafya kader değildir, tarihtir. Değişen, içinde çeşitli olanakları, seçenekleri, doğrultuları barındıran bir tarihtir coğrafya. 

Coğrafya, bugün öyle görünmese bile, kader değil, olanaklardır.