Belki kaybedeceğiz ama en azından biz de savaşırken kaybedelim!

Ne garip zamanlarda yaşıyoruz. “Gerçek” hayatlarımızda yalnızlaştıkça “sanal” hayatlarımızda daha kolektif hale geliyoruz. Başkalarının acısı bizim acımız oluyor. Başkalarının öfkesinde kendi öfkemizi buluyoruz. Biliyorum bir kısmı histerik bir hal taşıyor: abartılı, tiyatral. Ama bir kısmı da yalansız, katıksız, hesapsız, saf bir duygudaşlık. O kadar. 

Garip zamanlarda yaşıyoruz. Neslican’ı ve hayatını, aklını, “mücadelesini” böyle tanımak, içselleştirmek bırakın bir kaç on yıl öncesini, on yıl önce bile mümkün müydü? Sanki değildi. Sanki şimdilerde daha kolay özdeşleşiyoruz Neslican’la, Zeynep teyzeyle, çocuklarla, kedilerle, yanan ormanlarla, ısınan dünyayla... Bir arayış var. Bir duygu seli. 

Neslican’ı “tanımıyordum”. Yani sosyal medyada paylaştıklarından, durumundan haberdar değildim. Anladığım kadarıyla insanları bir çok yönüyle etkilemiş, kendisine, hayatına çekmiş. 

Bir çok yönünün içinde ise sanki en çok cesareti etkilemiş insanları: hastalığını çekinmeksizin paylaşması (ki atlamayalım kanser, psikiyatrik hastalıklardan sonra en büyük korkumuz, tabumuz değil mi hâlâ?) ve genç bedeninden eksilen uzvuna rağmen “yenilmemesi” etkilemiş. İnsanlar kayıplardan sonra yıkılmaya, yenilmeye çok alışkın bizim buralarda. Küsmek milli bir değerimiz değil mi? Neslican küsmemiş, yılmamış. 

Hikayesi “aman, boşver” ile orada kalmamış: kaybettiklerini işleyip yoluna devam etmiş. Mesela sormuşlar “Öfkelenmiyor musun, bacağını kaybettiğin için?” diye. O ise sağlığını/bedenini kaybetmeyi çoktan geride bırakmış: “Ben başıma gelenleri kabul ettim. artık bir sonraki aşamaya geçmek istiyorum” demiş. Bir sonraki aşama? Mücadeleye, yani bir anlamda yaşamaya, hayata tutunmaya devam etmek değil mi? Durmamış. 

İnsanlar büyük ihtimalle onda bu “durmamayı” gördüler. Kendileri dururken, kendileri acıları, dertleri için harekete geçmezken, hatta tüm hayatlarını “kanser” gibi sarmış sorunları için harekete geçemezken, işte orada birisi durmuyormuş. Konuşuyormuş, paylaşıyormuş, çekinmiyormuş. Sevmişler. Acı çekse de ayağa kalkmış gencecik bir beden. Protez bacağını estetize etmeyi da başararak. 

Zaten bir noktada demiş ki “Bu kadar ileriye gidemezsin. 2 adım attığımda nefesimi kesemezsin. Sen nesin, kimsin de benim vücudumu, benim hayatım bu kadar etkiliyorsun. Madem beni bu kadar etkiliyorsun alıyoruz kemoterapiyi ve paşa paşa seni öldürüyoruz' dedim. Çünkü bunu yapmak zorundayım, savaşmak zorundayım, onu yenmek zorundayım” Hayat dolu yazmış. Hayat dolu yaşamış. 

Bilirsiniz, bizim buralarda mücadele eden pek sevilmez. Daha doğrusu “sevilmezdi”. Sevilmezdi öyle ses çıkaranlar, kafa tutanlar ve üstüne bir de kafa tuttuğunu ulu orta duyuranlar. Mücadele ettiğini, hakkını aradığını belli edene, saklamayana kızılırdı. Şimdi sanırım “küçük” bir değişiklik oldu, oluyor. İnsanlar başkalarının sadece acısında, çaresizliğinde değil mücadelesinde de buluşuyorlar bir süredir. Artık orada da ortaklaşıyor insanlar. 

Ama başkasının mücadelesinde henüz kendi pısmışlığımızı, dağınıklığımızı, kararsızlığımızı görmüyoruz. Bunu beklemek belki haksızlık ama henüz başkalarının mücadelesinde, azminde kendi mücadelesizliğimizi görmüyoruz. Orada değiliz. 

Umutlanabileceğimiz yan ise şurada: mücadele edenleri izleyenlerden artık “Sus, gürültü çıkarma!” sesleri gelmiyor. Güçlüyle özdeşimde açılmış gedikler bunlar. Artık “sıradan mücadeleye” köstek değil destek, alkış ve duygusal ortaklaşma geliyor. Sanal da olsa. Sanal da olsa bu değişimin gölgesi sanki gerçeğin üstüne de düşüyor. 

Yine de umalım ki bu “tribün tezahüratı” hali böyle burada kalmasın. İzin vermeyelim. Çünkü kalırsa aslına, efendiye, onunla özdeşleşmeye geri dönecektir. Umarım hep beraber tribünlerden iner sahaya da gireriz, oyunu da değiştiririz. Ne de olsa günlerimizin kanseri içinde yaşayıp gidiyoruz. Neslican hatırlattı bunu bize. Bu yaşayıp gitme halini dürttü. Sanki “Hey, kendine gel!” der gibiydi. 

Biliyorum kimisi “takma kafana hiç bir şeyi, yaşa git” diye aldı bu hatırlatmayı. Ama çoğunluğa sanki “Boşa değil” dedirtti Neslican. “Beyhude değil hiç bir mücadele” dedirtti. En zor, en çıkışsız durumda bile. 

Mesela “Belki kaybedeceğim ama savaşırken kaybeceğim” demiş, sona yaklaşırken. Ne tutkulu. Ne umutlu. Halbuki ne zordur sona yaklaşırken konuşmak, kabullenmek, vedalaşmak. İnsanın aklından türlü kaytarmalar, türlü teslimiyetler geçer.

Teslim olmamış, umut, mücadele, inanç, mutluluk, enerji ve gülümseme ile gitmiş.  

Ve bize de sanki bir not bırakmış: “Belki kaybedeceksiniz ama en azından savaşırken kaybedin kendi mücadelenizi” diye. Sanki öyle demiş. 

Öyle yapalım. 

Hoşçakal Neslican.