Akıl fikir

Erbabı değilim ama meslekten biliyorum, ayaklar olmayınca da yaşanıyor şu hayat. Belki koşamıyorsun, belki gönlünce dolaşamıyorsun ama tekerlekli sandalye olsun, koltuk değneği olsun, bir biçimde tutunuyorsun hayata. Evet, zor; ama bazı değişikliklerle araba da kullanabiliyorsun mesela. Hatta tıp, bilim, teknoloji falan ilerledi; birçok biyonik ortez, protez olanağı da bulabiliyorsun.

El, kol olmaması biraz daha zor sanki. İnsan daha bir eksik oluyor ve hemen göze batıveriyor, mesela makineye kaptırılmış küçük bir parmak. Ayaktan, bacaktan mahrum olmaktan daha zor işte el ya da kolun olmaması. İnsanı insan yapan ne çok özellik var elimizde. Ama azimli çok insan da var, parmağı, eli ya da kolu olmayan. Hayatı kavramak için mutlaka tutmak da gerekmiyor, mutlaka dokunmak gerekmiyor. Onlar da tutunuyorlar hayata. Ama dedim ya tıp, bilim, teknoloji falan ilerledi diye; biyonik olsun olmasın, eksiklik bir biçimde kapanabiliyor.

Böbrek mesela; o da iki tane. Biz fark etmesek de süzüyor günlerin tuzunu. Ama eksikliğine de bir çare bulunmuş nihayetinde. Böbrekler süzemediğinde, haftada üç kez tüm hayatı süzen makineler var artık. Ayrıca nakilde de bildiğim kadarıyla en yüz güldürücü organ, böbrek. Hayat devam edebiliyor işte, tek böbrekle de, ve bazen böbreksiz de.

Karaciğer desen, hayatın tezgahı. Oradan geçmeyen yok gibi. Olmayınca da olmuyor haliyle. Ama kendini de yenileyebiliyor! Bir parçasını mı aldınız, hemen eksiğini tamamlayabiliyor,  yarım kalmıyor. Çok zorda kalınırsa nakli de yapılabiliyor. İki yarım karaciğerle hayat bir şekilde devam ediyor.

Ciğer demişken bir de akciğer var. Nefes almadan olmuyor ya hayat, hasarı da çok zor oluyor, zor iyileşiyor. İncecik bir yüzeyi var, içeride; ve üzerinde mini minnacık tüyleri. İşte o zar zarar görünce hayat da zorlaşıyor. Kot taşlama işçilerine sorun. Yine de tüpler, ilaçlarla dayanılabiliyor bir şekilde hayata. Hatta çok zorlu da olsa nakli yapılabiliyor. Yeter ki hava gitsin kana, bir tutam hava…

Hemen yanında yürek! Yüreksiz, hayat olmuyor. Hayata ancak kocaman bir yürek yetiyor. Anjina pektoris deniyor yürek ağrısına ve kendisi bir tek şiirlerde değil, tıp kitaplarında da bol bol geçiyor. Nasıl tanınır, nasıl anlaşılır, nasıl müdahale edilir, nasıl önlenir diye uzun uzun öğretiliyor tıpta. Hayatın atardamarları, toplardamarları ve de kılcal damarları hep oraya, hep yüreğe çıktığı için ilacı çoktur, girişimi boldur ve belki duymuşsunuzdur, apartheid rejimi altında inim inim inleyen Güney Afrika’da yapılmıştır ilk nakli. Doktor Barnard tarafından. Çok ama çok zorda kalınırsa, bırakın nakli, sırtçantasının içinde bile taşınabiliyor yürek; ama yapay bir pompa olarak. Ve hayat, evet zor ama çok nadiren de olsa, öyle de devam edebiliyor.

Biliyorum kulağa gelince bir tebessüm olacak yüzünüzde. Ama bir durun! Siz beni, ben de sizi görebildiğim için anlaşılan o ki gözümüzün ışığı daha sönmemiş. Gözü körlere olduğu kadar renk körlerine, miyoplara, hipermetroplara ve de astigmatı olanlara sormak lazım. Kornea nakli görece kolay, yeter ki kendinden sonrasını da düşünen bir bağışçı olsun. Göz dibini kavuran bir hastalık musallat ettiyse hayat, işte o biraz zor; ama yine de lazer atışından tutun da ameliyatlara kadar bir çok deva bulmak mümkün olabiliyor. Kataraktı buralara değil, Küba’da ışığa yeniden kavuşan Latin Amerikalılara sormak lazım. Bizim buralarda köy köy, mahalle mahalle dolaşıp hasta toplayan özel hastaneler var ya, Küba’da sosyalizm var; ışık dağıtıyor Havana. Ama ne yazık ki hayat doğuştan göremeyenlere, ülkesine göre eziyet olabiliyor; yine de yaşanıyor.

Lafı uzattım, kusura bakmayın. Ve gelelim kulağa. Örs, üzengi, çekiç. Ve de salyangoz. Bir garip organ. Ama çok yakınımdan bilirim, hayat dediğin onca ezgi, onca gürültü, tıkırtı, küfür duyulmadan da yaşanabiliyor. Bazen bir implant, bazen bir işitme cihazı deva olabiliyor. Ve aşk ya da nefret, işaret diliyle de anlatılabiliyor.

Ama gelin görün ki erbabı olduğum bir organ var ki işte o olmayınca, işte onda küçük bir yara olunca hayat da hayat olmuyor. Demiştim ki tıp, bilim, teknoloji falan ilerledi. İlaçlar, girişimler, nakiller, implantlar da var ama beyin olmayınca ya da beyinde bir hasar olunca zaten başka bir şeye de gerek kalmıyor. Pek bir şey yapılamıyor ya da yapılabilen de hakikaten zor oluyor. Evet, bazı ufak denemeler var, sinirsel iletimi falan taklit eden. Hatta düşünen, algılayan makineler, yazılımlar var, eli kulağında. Ama bana sorarsanız homo sapiens beynini anlamak için birkaç yüzyıl ve bir de sağlam bir devrim gerekiyor.

Bilmem, hiç duydunuz mu? Mantıkta bir tabir vardır, yeter şart ve gerek şart diye. Diğer tüm organlar yeter şart ise beyin gerek şart oluyor. İnsan beyinsiz insan olamıyor. Canlılık için mutlaka ama mutlaka sinirsel iletim gerekiyor. Hayat, ancak onunla hayat oluyor.

Ama işte ayaklarınız olabilir, elleriniz, böbrekleriniz olabilir. Ciğerleriniz yerinde duruyor olabilir ve yüreğiniz de tıkır tıkır işliyor olabilir. Gözünüz, kulağınız ve bilcümle sağlığınız, sıhhatiniz yerinde olabilir. Ve elbette ki beyniniz de şıkır şıkır işliyor olabilir. Yani… Yani sizi uzaktan görenler insana benzetiyor olabilir.

Beyin demiştim ya… Esas beyinde akıl, fikir, vicdan diye bir şeyler var ki esas onlar olmayınca hayat hayat olmuyor. Akıl, fikir, vicdan olmayınca insan postuna bürünmüş olarak öylece dolanıyorsunuz işte ortalıklarda… Yaşamışsınız yaşamamışsınız pek fark etmiyor.

Sadece şu güzel olabilecek hayatı hepimize zehir ediyorsunuz…

Ne için?

Koca bir hiç…

***

[Yazacağım başka şeyler vardı. Ama kalsın… Söyleyecek çok söz var. Şimdi söylemezsek ne zaman söyleyeceğiz ki “akıl almaz şeyler” olup biterken! Sözlerimizin bir kısmını psikiyatrist Cemal Dindar’la birlikte önümüzdeki hafta, 15 Nisan Cuma günü Kadıköy’de Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde söyleyeceğiz. Yeni Türkiye’yi ve Cemal’in yeni kitabı etrafında teşhis ve tedaviyi konuşurken. Ertesi gün yani 16 Nisan Cumartesi günü ise yine Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde maydanoz yapraklarına saklanan şarkıları, daha tomurcukken koparılan gülleri, güneşi tutuşturmaya kalkışanları, bisikletine teneke bağlayanları, sidikler içinde uyanılan daracık odaları ve fen lisesi koridorlarından psikiyatri kliniğine uzanan çeşitli rivayetleri konuşacağız. Belki “Gerisi Hep Rivayet”ten de bir öykü okuyacağız. Beklerim. - http://nhkm.org.tr/]