AKP milli bayramlardan nefret ettiğini hiç saklamıyor, tersine her fırsatta bunu belli ediyor. AKP'nin derdi yalnızca 30 Ağustoslar'la değil. Ellerinden gelse, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna doğru giden adımları hatırlatan ne varsa bu ülkeden silecekler. Tamamen silmeyi, örneğin bu bayramları alelade bir tür yıldönümlerine çevirmeyi henüz başaramamış olsalar da, bu bayramların toplumsal karşılıklarını yok etmek konusunda aldıkları yol inkar edilemez. Cumhuriyetin temel değerleri üzerinde tepinen bir hareketin cumhuriyetin ülkemize kazandırdıklarını geriye çevirmek için attığı her somut adım bu bayramların Türkiye'deki karşılıklarını azaltan bir etkide bulunuyor.
Kendisini Cumhuriyete değil Osmanlı'ya yakın hisseden, Cumhuriyetin değil Osmanlı'nın mirasının izini sürmeye çalışan AKP'nin milli bayramları kutlamasında, 19 Mayıslar'da ilk adıma ve gençliğe, 23 Nisanlar'da halkın temsiliyetine ve çocuklara, 30 Ağustoslar'da Kurtuluş Savaşı'na ve zafere, 29 Ekimler'de Cumhuriyet'e selam göndermesinde kabul edilemez bir ikiyüzlülük var zaten.
Çünkü 1919 ile 1923 arasında yaşanan sürecin dönüm noktaları olarak tarihe geçen bu günlerin ortak özelliği hepsinin Osmanlı Devleti'ne karşı atılmış adımlar olması.
Kemal Atatürk ve yol arkadaşlarının tarihsel yolculuklarının izi sürüldüğünde, Osmanlı'yla hesaplaşmalarındaki cüretlerinin ilericiliklerinin sınırlarını çizdiği açıkça görülüyor. İşgalcilere karşı bir zafer kazanıp cumhuriyeti kuran kadrolar, kuruluş öncesinde de, sonrasında da, Osmanlı'yı ne ölçüde karşılarına aldılarsa o denli ileri gittiler. Aynı şekilde, bu konuda yaşadıkları kararsızlıkları ve çekinerek giriştikleri her macera Cumhuriyetin bağrına bırakılmış gerici birer saatli bombaya dönüştü.
30 Ağustos yalnızca Anadolu'daki işgalcilere ve onun arkasındaki güçlere karşı atılmış bir tokat değildi. Mustafa Kemal Paşa'nın komutasındaki ordu İstanbul merkezli Osmanlı kalıntılarına karşı da bir zafer kazanmıştı. 19 Mayıs'la başlayan mücadele sırasında son Osmanlı padişahı da en az Yunan askerleri kadar emperyalizmle işbirliği halindeydi. Mağlup padişah da, Yunan askerlerinin ardından bir Kasım sabahı İngiliz zırhlısına sığınıp ülkeyi terk etti ve hilafet kurumu da fazla yaşamadı.
30 Ağustos'un muzaffer güçleri Cumhuriyetçilerse, yenikleri işgalciler, işbirlikçiler, saltanat ve hilafet yanlılarıdır. 30 Ağustos bugünün Osmanlıcılarına, günümüzün saltanat ve hilafet yanlılarına, bir zaferi değil, mağlubiyeti hatırlatıyor, onlarda intikam ve rövanş duygularını uyandırıyor olmalı.
Eğer bugün 30 Ağustos'un ruhunun izi sürülecekse, 30 Ağustos günü oluşan askeri tablonun ötesine geçilmeli ve işte bu kazanan ve kaybeden tablosuna bakılmalı. O ruhun bir üniformada kendiliğinden temsil edildiğine ise kesinlikle inanılmamalı.
Tek sorunun Fethullah'ın İslamcı öğretilerine göre yetiştirilmiş subaylar olmadığı açık değil mi? 30 Ağustos'un mağluplarına nikah şahitliği yapan, köprü açılışlarında, mitinglerde ellerini Fethullah'ın değil ama başka imamların yanında gökyüzüne doğru açan, Suriye topraklarında Kurtuluş Savaşı'nda cumhuriyetçilere karşı savaşmış padişah yanlısı şeriatçı çetelerden hiçbir farkı olmayan cihatçı çetelerle sarmaş dolaş poz veren, NATO bünyesinde emperyalistlerden emir alan, görevdeyken ihale dağıtan, emekliyken yönetim kurullarında ihale peşinde koşan, askerdeyken ölen halk çocuklarına sahip çıkamayan subayların taşıdığı üniformayla 1922'de zaferi kazanan ilerici subayların ve halk çocuklarının taşıdığı üniforma aynı olamaz.
Bu subaylar 30 Ağustos'un kaybedenlerinin tarafındadır. Giydikleri üniforma da esaretin üniformasıdır.
Kazananların cumhuriyetçi ruhu ise bugünün koşullarında başka bir sınıfsal zeminde yeniden üretilmek için Türkiye'nin ilerici birikiminde gününü bekliyor. Tıpkı yeniden üretildiği haliyle o ruhun baştan hayat vereceği üniformanın da halkı adına asalaklara, ülkesi adına emperyalistlere, ilerici değerler adına saltanat ve hilafet sevdalılarına karşı çarpışırken giyilmek için günlerini beklediği gibi...