​Yakın geçmişten günümüze duruşlar

Bu yıl doksan yedincisi kutlanan 30 Ağustos Zafer Bayramı, Lozan antlaşması hakkında olduğu gibi, toplumun ilgisini çekmeye devam ediyor. Öte yandan bu kutlamaya yüklenen anlam siyasal duruşun niteliğine göre değişiyor. 

Daha açık bir ifadeyle, Türkiye’nin yakın tarihi üzerine yapılan tartışmalar siyasal duruşlardan bağımsız değildir.

“Hezimet” mi? “Zafer” mi?

İslamcılara göre, Kurtuluş Savaşı’ndan başlayıp Lozan antlaşmasıyla sonuçlanan ve Cumhuriyetin ilanı ve aydınlanma devrimleriyle gerçekleşen dönüşüm, bir zafer sayılmaz.

İslamcılar bu dönemi sahiplen(e)mezler. 

İslamcıların büyük çoğunluğuna ilham kaynağı olan üfürükçü tarihçiler 30 Ağustos’u, Lozan antlaşması ve onu takiben hayata geçirilen laikleşme/sekülerleşme süreçlerini iktidarı kaybedişin başlangıcı olarak okurlar.

Muhafazakâr milliyetçilerin önemli bir kısmı 30 Ağustos’u zafer olarak görürken, Lozan antlaşmasında kazanılamayan (Musul vb.) topraklardan dolayı bütün süreci zafer olarak tanımlamaktan kaçınırlar. Şerh koyarlar.

İslamcılar ve muhafazakâr milliyetçiler, bazı konularda farklılaşsalar da, ikisi de son tahlilde bu dönemi “zafer” yerine “hezimet” olarak görme eğilimindedirler. 

İslamcılar daha da ileri giderek, bu dönemi, hezimetin ötesinde, İslamcı düşüncenin tasfiyesi olarak gördükleri için, bırakın zafer/bayram olarak kutlamayı, tam tersine “yenilsek daha iyi olurdu” noktasına taşıyanlar da olmuştur.

En genel anlamıyla solun bütün kanatları bu süreci bir zafer, aydınlanmacı hamle olarak okur.

Solun farklı kanatlarının bu süreci nasıl okuduğu üzerine tartışma yapılabilir, ancak burada dikkat çekmek istediğim nokta bu değil. Bu zaferin uluslararası dayanışma boyutuna dikkat çekmek istiyorum.

Birinci emperyalist paylaşım savaşı bitmek üzereyken uluslararası düzenin nasıl biçimleneceği hakkında üç öneri tartışılmıştır. İlki, Wilson prensipleri adıyla anılan, 14 maddeyle ifade edilen liberal hegemonya projesidir. Bu öneri çürüyen kapitalist-emperyalist ilişkilerin ABD liderliğinde yeniden inşasını öngörmekteydi. Düşüşe geçen Avrupalı emperyalistlere yeni uluslararası düzeninin başat aktörünün ABD olacağı haberini verdi. İngiltere ve Fransa bunu hazmetmekte zorlansalar da yeni uluslararası düzenin kurulumuna ABD’nin liderlik etmesine karşı çıkmadılar, çünkü mali olarak yenilenler gibi, yenenler de ABD’nin sağlayacağı mali desteğe ihtiyaç duymaktaydılar. Daha da önemlisi, ABD ile Avrupalı emperyalistleri bir araya getirecek bir başka faktör ortaya çıktı. Bolşevik devrimi.

Bolşeviklerin iktidara yükselişi uluslararası düzene karşı ciddi bir meydan okumaydı. Sosyalistler kapitalist-emperyalist yapıları yıkacaklarını, yerine yeni bir sistem kuracaklarını ilan ettiler. Bu durum ideolojik, iktisadi ve askeri bakımlardan büyük etki yarattı.

Ezilen halkların çaresiz olmadığını, kapitalist-emperyalist sisteme alternatif üretilebileceğini bütün dünyaya gösterdiler. 1920 yılı Eylül ayı Doğu Halkları için ayrı bir öneme sahipti. Sosyalistler, Eylül’de Bakü’de Doğu Halkları konferansı düzenleyerek, emperyalizme karşı halkların dayanışmacı yönünü gösterdiler. 

1917 Ekim devrimiyle başlayan süreç kapitalist-emperyalist yapıların nasıl yıkılacağını, yerine alternatif sosyalist sistemin nasıl kurulacağını göstererek Wilson prensiplerine dayalı liberal hegemonya projesinin alternatifsiz olmadığını gösterdi.

İşte Türkiye’de yaşanan Kurtuluş Savaşı tam da, yani kapitalist-emperyalist düzenin ABD liderliğinde inşası için önerilen liberal hegemonya projesine dayalı uluslararası düzen ile Bolşevik devrimiyle başlayan sosyalist sistem inşası önerileri arasında başlayan sistemler arası mücadelenin başladığı yıllara denk düşer.

Sovyetler Birliği’nin Türkiye’de Kurtuluş Savaşı’nı açıktan desteklemesinin nedeni salt jeo-politik hesaplardan kaynaklanmaz. Sistemler arası mücadele bu dayanışmanın itici gücüdür.

Türkiye’de Kurtuluş Savaşı kime karşı verildi sorusunun cevabı önemlidir. Siyasal duruşların gerisinde yatan, bu soruya verilen cevapla ilişkilidir. Bu soruya cevap vermeden önce Birinci Paylaşım Savaşı sonrasında uluslararası düzen önerilerinden üçüncüsü hakkında da bazı tespitler yapmakta fayda var.

Üçüncü öneri eski Avrupalı emperyalist güçlerden geldi; İngiltere ve Fransa’nın (farklı taktiksel denemeleri olmasına rağmen) önerdiği uluslararası düzen Paris Barış Konferansları ve antlaşmaları adıyla bilinen 1919-1921 arası hayata geçirilen, restorasyoncu yaklaşımdır. Buna göre, uluslararası düzen Avrupa’da güç dengesine dayanmalı ve İngiltere ve Fransa eski hegemonyalarını yeniden üretebilmeliydiler. Paris Barış Antlaşmaları serisinden üretilen Sevr antlaşması bu yaklaşımın ürünüdür ve Osmanlı yönetiminin temsilcileri bu antlaşmayı imzalamıştır. İslamcılar bu gerçeği saklamak için kırk takla atsa da, bu bir gerçek. Daha vahimi, Osmanlı yönetimi buna karşı mücadelede liderlik yapmamıştır.

İşte İslamcıların Kurtuluş Savaşı’ndan aydınlanmacı devrimlere kadar yaşanan süreci zafer olarak görmemelerinin gerisinde yatan bir neden de bu süreçte teslimiyetçi bir duruş sergilemelerinden kaynaklanmaktadır. Buna karşın Kurtuluş Savaşı’na önderlik edenler emperyalizme karşı savaşmakla kalmayıp askeri zaferi takiben feodal kalıntıların tasfiyesi için de mücadele ettiler. Aynı dönemde içerde yaşanan güç savaşının nedenlerinden birisi budur.

Bütün bu süreçte Mustafa Kemal Atatürk’ün özenli olduğu iki noktayı hatırlamakta fayda var. Kurtuluş Savaşı’nı kime karşı yürüttüğünün ve irili ufaklı kimlerden destek geldiğinin farkında oldu. Sovyetler Birliği’nin siyasi, mali ve silah desteğinin önemini hep dikkate aldı. İkincisi, fiili savaşı İngiliz emperyalizminin desteği ile Anadolu’da saldırıya geçen Yunan ordusuna karşı yürüttü, fakat Yunanistan halkını karşısına almamaya özen gösterdi. Yunanistan’ın ulusal değeri, bayrağına karşı gösterdiği saygılı tutum vb. bunun göstergeleri arasındadır.

Yunanistan halkı da yeknesak değildi. Unutmayalım ki, Anadolu’da Kurtuluş Savaşı sürerken Yunanlı komünistler Yunanistan’ın işgalciliğine karşı Yunanistan’da bildiri dağıttılar. Bu da komünistlerin haksız savaşa karşı çıkışını ve haklı ile dayanışmasını yansıtır.

Siyasal duruşlar tesadüfen oluşmaz, tarihselliği vardır. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kazanımlarını sahiplenmek veya ona karşı söylem üretmek siyasal duruşlardan bağımsız değildir.