Üçlü zirve, iki gündem maddesi, mesaj ne?

İran, Rusya ve Türkiye devlet başkanları Astana süreci adını verdikleri, Ocak 2017’den bugüne düzenli olarak yaptıkları toplantıların beşincisini 16 Eylül’de Ankara’da gerçekleştirdiler. 

Bu toplantının mesajı ne?

Bu toplantının resmi gündeminde iki önemli konu vardı: İdlib konusu ve Cenevre’de toplanacak Anayasa Komitesi’ne katılacak isimler. Bunlara ek olarak, toplantı sırasında Suudi Arabistan’da bulunan petrol üretim merkezlerine yönelik füzeli saldırılar hakkında devlet başkanları görüşlerini yansıttılar. Ayrıca, Erdoğan ABD ile Türkiye arasında Fırat’ın doğusu adıyla anılan bölgede vardıkları uzlaşı hakkında İran ve Rusya devlet başkanlarını bilgilendirdiğini açıklayıp, ABD’ye iki hafta zaman tanıdığını, bu süre sonunda oyalama devam ederse, Türkiye’nin tek taraflı harekete geçeceğini söyledi.

İran, Rusya ve Türkiye’nin yukarıda sözü edilen gündem maddelerine ilişkin duruşlarını özetleyerek zirvede verilen mesajları anlamaya ve sorunların neler olduğunu ortaya koymaya çalışalım.

Yayımlanan ortak bildiride “garantörlerin İdlip Gerginliği Azaltma Bölgesi'nin içindeki ve dışındaki gözlem noktalarının ve askeri personelinin emniyeti ile güvenliğinin sağlanması için, aralarındaki mevcut anlaşmalar temelinde, somut önlemler almak hususunda anlaşmışlardır” denmekle birlikte, tarafların İdlib konusunda izledikleri ve bundan sonra izleyecekleri politikaların aynı olmadığı daha da netleşti.

Politika farklılığını Ruhani’nin daha Tahran’dan hareket etmeden verdiği mesajdan fark etmek mümkün. Ruhani “İdlib bölgesinde bulunan teröristlere karşı savaşın sürdürülmesi gerektiğinin” altını çizerek, İdlib konusunda Putin’in duruşu ile özdeş olduğu mesajını Erdoğan yönetimine verdi. 

Putin ve Ruhani, İdlib’den kaynaklı ortaya çıkabilecek sığınmacı sorununun varlığını kabul etmekle birlikte, Suriye yönetiminin egemenlik hakkını kulanmasına daha fazla sınırlama getirmenin doğru olmayacağını vurgulayarak, Erdoğan’a İdlib’de Esad yönetimi ile karşı karşıya gelmek yerine Suriye yönetiminin diğer gerginliği azaltma bölgelerinde olduğu gibi, burada da egemenliğini kullanmasına karşı çıkmamasını salık verdiler. Erdoğan’a bu kez Ruhani aracılığı ile 1998 tarihli Adana mutabakatı hatırlatması yaptılar.

Erdoğan Putin’den Suriye ordusunun İdlib’de sivillere yönelik askeri güç kullanmasını önlemesini, hiç değilse güç kullanımını ötelemesini beklediğini diplomatik dille yineledi.

Suriye yönetimi ise, Rusya ve İran yönetimleri gibi, İdlib’de El Kaide bağlantılı HTŞ örgütü bulunduğunu, bunların terörist olduklarını, Suriye’nin egemenlik haklarını ihlal ettiğini, bu nedenle bu örgütlere karşı askeri güç kullandığını ve egemenlik hakkı olarak bunu yapmaya devam edeceğini İran ve Rusya yönetimleri üzerinden yineledi.

Bu zirvede, Rusya ve İran yönetimleri, Suriye’nin İdlib’de yapabileceği askeri operasyonları durdurmaya yönelik eskisi kadar gayretli olmayacakları ve zamanın kısaldığı mesajını verdiler. Buna karşın, yazılı olmasa da, kullanılan diplomatik dilden anlaşılan, Cenevre sürecinin yeniden aktif hale getirilmesinin İdlib konusunda yeni bir milad oluşturabileceği mesajı verildi.

Zirvenin ikinci gündem maddesi, Anayasa Komitesi’ne katılacak isimlerdi. Bu konu hakkında bir uzlaşı ortaya çıktığı duyuruldu. 

Buradan şöyle bir pazarlık yapıldığını tahmin etmek mümkün. Taraflar birbirinin önerdiği isimlere itiraz etmeyerek Cenevre sürecinin önünü açmaya karar verdiler. Bunun karşılığında, muhtemelen, Erdoğan Rusya’dan Suriye’nin İdlib’de yapacağı operasyonları yavaşlatmasını istemiş, Esad yönetimi ise Cenevre görüşmelerinin aktif hale getirilerek 2254 sayılı BMGK kararlarına saygılı olunmasını ön plana çıkarmak istemiştir.

Eğer pazarlık böyle yapılmışsa ve Cenevre süreci hızla aktif hale gelirse, Esad ve Erdoğan yönetimleri birbirini tolere edebilir bir fırsat yakalamış olacaklar. Fakat bu süreci sabote edebilecek çok fazla faktör var. Anayasa Komitesi üyelerinden bazıları süreci rayından çıkarabileceği gibi, bölge içi ve dışı aktörlerin de bu süreci çalışmaz hale getirebilme imkan ve kabiliyetleri az değil. Cenevre sürecini geciktirecek bir hamle, Suriye ordusunun İdlib’de daha fazla beklemesinin gereksizliğini ortaya koyabilir, bu durumda üçlü zirvenin ortaklarından ikisi, İran ve Rusya, İdlib’de Suriye’nin egemenlik hakkını kullanmasının meşru zemini bulunduğunu açıkça belirttikleri için Suriye yönetiminin bu doğrultuda atacağı adımı engellemeyeceklerdir. Burada yanlış ve eksik anlama söz konusu olamaz.

Görüldüğü üzere, üçlü zirvenin iki gündem maddesi birbiri ile oldukça ilişkili ve üçlü zirvenin ortaklarından ikisi ortak bir duruş sergiledi. Bu zirvenin en belirgin özelliği bu.

Bu zirvede verilen şu mesaj da dikkat çekicidir: Üçlü zirve üyeleri “bu bağlamda gayrimeşru özyönetim teşebbüsleri dahil olmak üzere, terörle mücadele görüntüsü altında sahada yeni gerçeklikler yaratılması doğrultusunda her türlü girişimi red eder; Suriye'nin egemenliği ve toprak bütünlüğünü zayıflatmayı amaçlayan ve komşu ülkelerin milli güvenliğini tehdit eden ayrılıkçı gündemlere karşı durma kararlılıkları” bulunduğunu duyurdular. Bunu ABD’nin takındığı tutuma karşı ortak bir pozisyon olarak okumak mümkün olmakla birlikte, Türkiye yönetiminin bunu böyle okuyup okumadığı, buna dayalı bir politika izleyip izlemeyeceği ilerde ortaya çıkacaktır.

Üçlü zirvenin gündem maddesi olmasa da gündeme gelen bir konu, Suudi Arabistan’da petrol üretim merkezlerine yönelik füzeli saldırıdır. Bu konuda Ruhani Batı ve Suudi Arabistan yönetimlerini suçlarken, Erdoğan da buna yakın söylemde bulunurken, Putin fırsatçı bir tonlama ile kendi silahlarının reklamını yineledi: Suudilere “S400 alın, sizi korur” dedi.

Resmi gündemde bulunmayan fakat bilgilendirme amaçlı gündeme getirildiği duyurulan ikinci gündem dışı konu, 7 Ağustos tarihli ABD-Türkiye uzlaşısıdır. Bu konuda Putin ve Ruhani’yi bilgilendirdiğini söyledikten sonra Erdoğan “ABD ile iki hafta içinde uzlaşamazsak kendi planımızı uygulamaya başlayacağımızı buradaki dostlarımıza anlattım” dedi. Söz konusu iki hafta şartı ile İdlib arasında bir bağlantı var mı? Bu, Erdoğan’ın ABD ziyareti sonunda ortaya çıkacaktır.

Görüldüğü üzere sorunu çözecek basit mekanizmaları hayata geçirmek yerine, sorunu dönüştürerek güya çözüm üretiliyor mesajı vermeye çalışıyorlar. Kapitalist sistemin Batılı veya Doğulusu farketmez; hiç biri sorunu çözmez, dönüştürür. 

Halbuki çözüm çok basit: işgali sonlandır; insanları etnik, dini kimliklerine göre sınıflama; sömürüyü bitirmek üzere halkın iktidara yükselişine engel olma yeter. 

Bunun adını da siz koyun…