Tasfiye olan Cumhuriyet demokrasi ile taçlanabilir mi?

Dün 96. yılını kutladık Cumhuriyet Bayramının. Eminim çoğumuzun dikkatini çekmiştir, katılım çok renkliydi. Bazıları şaşırtıcı ölçüde Cumhuriyeti savunur görüntüsü verdiler; hâlbuki merkez sağın önemli bir bölümü ile kan uyuşmazlığı var Cumhuriyetin kazanımlarının. Zaten bu nedenle uzun bir süredir Cumhuriyet Bayramı geri plana itilmişti. Bu kez sermayenin temsilcilerinden din işleri temsilcisine kadar sağın bütün kanatları Cumhuriyet Bayramını coşkuyla kutladıklarını yarışırcasına göstermeye çalıştılar. Acaba niçin?

Bu soruya bazıları şöyle yanıt verebilir: iktidar da anladı Cumhuriyetin kazanımlarının kıymetini ve yaptıkları yanlışı anlayıp nedamet getirmek istedikleri için Cumhuriyet Bayramını sahipleniyorlar diyen çıkabilir. Bu, külliyen yanlış bir yorum olur.

Merkez sağın, içi boşaltılmış bir Cumhuriyeti savunmasında şaşırtıcı bir durum yok. Cumhuriyetin kazanımları çoktan tasfiye edildi. İktisadi bağımsızlıktan, laiklikten, aydınlanmadan, halkın yönetime gelmesinden söz etmeyen bir Cumhuriyeti sermayenin irili ufaklı hepsi ve sağın İslamcısından liberaline kadar ezici çoğunluğunun canla başla savunması şaşırtıcı değildir. İdeolojik bir tezat yok burada.

Öte yandan merkez solun aşağı yukarı hepsi şöyle bir vurgu yapıyor: “Bütün sorunlar demokrasi eksikliğinden kaynaklanıyor, eğer tam ve gerçek demokrasi olursa hiç sorun kalmayacak” veya sorunlar kolayca çözülecek! Merkez sol için tek ve son amaç Cumhuriyetin demokrasi ile taçlandırılması! 

Kulağa hoş geliyor ancak fiili durum tam tersine. Eskiden gelişmiş kapitalist toplumları örnek gösterirlerdi, şimdi oralarda da sorunlar çoğalınca bkz. diyemez hale geldiler. Unutmayalım, idealize edilebilecek bir demokrasi örneği yok. Kapitalist toplumlarda siyasal yelpazenin bir ucunda liberal-demokratik, öteki ucunda faşist yönetimler bulunur. Siyasal yelpazenin iki ucu arasında salınım bazı örneklerde daha az çatışmacı, yumuşak, bazılarında ise oldukça baskıcı, sert seyreder. Demokrasi ile taçlandırılan cumhuriyetlerde (monarşiler dâhil) iktidar temel insan haklarını ihlal etmekten imtina etmeye özen gösterir, ancak bunun ideal bir formu yoktur. Aynı iktidar hiç tahmin edilemeyen bir konu veya durumda anti-demokratik bir uygulamayı ulusal çıkar veya demokrasi adına çekinmeden uygulayabilir. Bunun örnekleri çok sayıda mevcut. 

Burada esas olan, toplumsal düzenin, yani kapitalist sistemin, sürdürülmesidir. Bu bazen demokratik, bazen faşizan yöntemlerle gerçekleşir. Günümüz itibarıyla merkez solun Cumhuriyetin demokrasi ile taçlandırılması özlemi afakidir, gerçeklik tam tersi yöndedir. Faşizmin değişik formları dünyanın farklı yerlerinde kol geziyor.  Kısacası, demokrasinin her derde ilaç olma özelliği hiçbir zaman olmamıştır, bundan sonra da olacağını beklemek yanılsamadır.

Şimdi yukarıda söylediklerimizi Türkiye tarihi üzerinden okumaya çalışalım.

Cumhuriyet fikri üzerine yapılan tartışmaları 1860’lara kadar götürmek mümkün olmakla birlikte, burada II. Meşrutiyet (Anayasal Sultanlık) döneminde yapılan tartışmaların Cumhuriyet’i ilan eden Kemalistler üzerinde doğrudan etki yaptığını belirtmekle yetinelim. 

II. Meşrutiyet’in ilanına karşı koyanlar da dönemin merkez sağ ve muhafazakârlarıdır. Türkiye’de merkez sağ-muhafazakârın saltanat ve halifeliğe sahip çıkmalarına rağmen devrimci tavır karşısında bir varlık gösteremedikleri de tarihsel bir gerçektir. 1 Kasım 1922’de Saltanat, 3 Mart 1924’te Halifelik kaldırılırken Türkiye muhafazakârları ciddi bir direnişte bulunamadılar, çünkü a) Saltanat emperyalizme karşı mücadele etmedi, Anadolu’da yükselen bağımsızlık savaşı karşısında emperyalizm ile işbirliği içinde olduğu için meşru hak talebinde bulunabilecek durumda değildi. Buna karşın, Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden Mustafa Kemal ve arkadaşları iktidara yükselmek için meşruiyet sorunu ile karşılaşmadılar.

Elbette dönemin uluslararası koşullarını ve izlenen politikaları doğru okudular ve doğru zamanda zihinlerinde oluşan aydınlanmacı, devrimci adımı doğru zamanda attılar. 1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılması bunun tipik örneklerindendir. II. Meşrutiyet döneminde tahayyül ettikleri Cumhuriyete öncelikle Saltanatı kaldırarak başladılar. İngiltere’nin Lozan’a Ankara ve İstanbul hükümetlerini davet etmesi Mustafa Kemal’in işini doğru zamanda ve yerde hayata geçirmesine imkân sundu. Bu devrimci bir andı ve doğru adımı attı. 

Muhafazakârları ters köşeye yatıran, onların direniş göstermesini imkânsız kılan adımı attı: Ankara’da Meclis, yaklaşık 600 yıllık Saltanatın, Osmanlı hanedanlığının ilgasına karar verdi. Bu aynı zamanda Osmanlı hükümetinin imzaladığı (onaylanmadı) Sevr anlaşmasına göre Osmanlı Sultanı’na tahsis edilen bugünkü Marmara bölgesinden ibaret alanın da kabul edilmeyeceğinin siyasi tesciliydi. Emperyalizm burada geri adım atmak zorunda kaldı.

Bu devrimci anı Lozan’da imzaladığı (halen tartışılan sorunlu maddeleri bulunmakla birlikte) 24 Temmuz 1923 tarihli antlaşma ile uluslararası düzleme taşıyarak, resmen uluslararası tanınırlık kazandı. 29 Ekim 1923’te ilan edilen Cumhuriyet yalnızca geçmişten gelen siyasal tahayyüllerin hayata geçirilmesiyle sınırlı kalmadı, daha da öteye geçerek aydınlanmacı radikal reformların hayata geçirilmesi için önemli bir aşamaydı. 

Cumhuriyet, kazanımlarıyla birlikte esaslı siyasi bir anlama sahiptir. Saltanatın kaldırılması ile başlayan radikal devrimci adım, Cumhuriyetin ilanı ile bitmedi. Cumhuriyet laiklik ile taçlandırılarak devrimci kimliğini kazandı. 1924 yılında Hilafetin kaldırılması, eğitimin birleştirilmesi kanunu, tekke ve zaviyelerin kapatılması, 1925’te yabancı sermayenin elinde bulunan tütün idaresi ve demiryollarının önemli bir kısmının satın alma yoluyla kamulaştırılması, 1928’de Latin alfabesinin kabulü gibi önemli radikal dönüşümler hızla hayata geçirildi. Bu adımların hepsi iç ve dış hesaplaşmaları yansıtır. Sermayeyi dışlamayan devletçi kalkınma politikası sermayenin palazlanmasına yol açmasının yanı sıra bazı alanlarda kamucu öncüller de üretti. Bunların hepsi radikal aydınlanmacı adımlardı. Bunlar topluca devrim kanunları olarak 1937’de anayasaya işlendi.

Türkiye bu dönemde bütün komşuları ile dostluk ve saldırmazlık anlaşmaları imzalayarak ilişkilerini önce normalleştirdi, sonra bölgesel ittifaklarla (Balkan Paktı 1934, Sadabad Paktı 1937) bölgesel istikrarın sağlanmasına katkıda bulundu. Kemalistler 1921’den itibaren Sovyet Rusya ile kurduğu yakın dayanışma ilişkisini önemsedi. 

“Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi içerde olduğu kadar dışarda da istikrar arayışına işaret eder. İrredantizme (kaybedilen toprakların kazanılmasını öngören strateji) cevaz vermeyeceğinin, kabul edilen sınırlar içinde güçlenmeyi öngördüğünün beyanıdır. Dış politikada statükocu, yayılmacı olmayan, bir yaklaşımı benimsediğini, ancak kendine karşı bir saldırı olduğu durumda öz savunmayı sathı müdafaa olarak gerçekleştireceğinin ilanıdır. Bu tavır Türkiye’de sağın benimsemediği bir tutumdur. Uzunca bir dönem sessiz kalmakla birlikte, merkez sağ, Özal döneminde ilk kez alt emperyalizm tartışmasını gündeme taşıdı. Fiilen ölü doğan bu politika temcit pilavı gibi yeniden ısıtılıp Türkiye kamuoyuna servis edilmektedir. Bugün de benzer temalar, önemli ölçüde daha hazırlıklı, uluslararası düzenin sunduğu imkânlar dâhilinde, yeniden üretiliyor. Bu durum Kemalist dönemde izlenen dış politikadan ciddi bir sapmaya işaret eder, Cumhuriyetin dış politika değerlerinin tasfiyesi anlamına gelir.

Yalnızca dış politikada bir kopuş yaşanmıyor. Esas itibarıyla yukarıda sözü edilen Cumhuriyet’in kazanımlarının tasfiyesi yeni değildir, günümüzde hız kazanmıştır. Esas tahribat, önemli ölçüde 12 Eylül Juntası marifetiyle baskı altında yürürlüğe sokulan Cumhuriyetin kazanımlarının tasfiyesi politikası güya sivil hükümet kisvesi altında Özal döneminde (Junta esnası ve devamı yılları) pervasızca yapıldı. Özal dönemine ilişkin liberal cila bu gerçeği gizleyemiyor.

Kısaca, alan temizliği bu dönemde gerçekleşti. İrili ufaklı sermaye, kapitalizmin neo-liberal biçiminden cömertçe nimetlendi. Cumhuriyetin siyasal kazanımları birer birer tasfiye edildi. Bunlar güya özgürlük adına yapıldı. Laiklik, daha Menderes döneminde aşındırılmıştı, Demirel büyük bir iştahla aynı doğrultuda çalışmaktan geri durmadı. Tarikatların legal olmayan yolla siyaseten meşrulaştırılması bu döneme denk düşer. Ecevit sufilik üzerinden İslamcıları dizginleyeceğini mi zannetti bilinmez, ama aynı değirmene su taşıdı. Kendi yapamadığı için hayıflanan Erbakan, kendi içinden bugünkü iktidarın çıkmasına zemin hazırladı. Hepsinin ortak yanı: Laiklik ilkesini elbirliği ile tasfiye ettiler. 

İrili ufaklı sermaye, Cumhuriyetin kazanımlarından en çok nimetlenen oldu, ona ihanet etmekte de birinciliği kimseye kaptırmadılar. Daha 1932’de Yalova operasyonunu gerçekleştirdi henüz palazlanma eğilimine giren sermaye, 1933’te ilk ciddi hamlesini yaptı, özel sektör-devlet ortaklığını öne çıkardı ve Devlet Sanayi Ofisini işlevsiz kıldı, Celal Bayar’ın rötuşu marifetiyle. Üretim yapılarında araştırma-geliştirme birimlerine kaynak aktarmayıp devletin sübvanse etmesini isteyen sermaye teknoloji transferinde sınıfı hiç geçemedi. 24 Ocak 1980 kararlarını, yani ithal ikameci sanayileşme politikasının tasfiyesinin Junta marifetiyle uygulamaya konmasında doğrudan rol oynayan sermaye, Özal hükümetleri marifetiyle Cumhuriyetin kazanımlarını emekçiler aleyhine dönüştürdü. Bütün bunlar güya özgürlük adına fakat yasakçı (grevlerin yasaklanması, siyasi partilerin yasaklanması ve kitle örgütlerinin baskı altında tutulması) politikalarla gerçekleştirildi.  

Adını doğru koyalım, iktisadi, siyasi, ideolojik alanların hepsinde bugünkü iktidar hazıra kondu. Cumhuriyetin kazanımları çoktan tasfiye edilmişti. Bugün yaşanan, yıkım üzerine yeni rejimi inşa etme girişimidir. Bu süreçte iktidar sermayeyi beslediği ölçüde sermaye iktidarın (yaşam tarzı hariç) iktisat politikalarına, özellikle teşvikler söz konusu olunca, coşkulu destek verdi. Aralarında simbiyotik bir ilişki oluştu. Bu ilişki halen devam ediyor. Bunların Cumhuriyetin kazanımlarının tasfiyesini kutladığına şüphe yok. Asıl bulunması gereken, bu durumdan çıkış yolunun ne olduğudur. 

Restorasyoncu bir çözüm çoktan mümkün olmaktan çıkmıştır. Demokrasi ile taçlandırılabilecek bir Cumhuriyet mevcut değilken, buna niyetlenmek, havanda su döğmeye benzer. Bunu anlamak için âlim olmaya gerek yok. Aydınların şapkalarını önlerine alıp ne yapıyoruz deme zamanı çoktan geldi, geçiyor.

Başta sorduğumuz soruya dönersek, iktidar-sermaye arasındaki simbiyotik ilişki bu tür kutlamaya cevaz veriyor. Ama daha önemlisi, iktidar kendi bekası için halen sahip olduğu ittifak sistemini genişletmek istiyor. Böylece dışarda kalan merkez sağ-muhafazakâr kitleleri ve ihtimal ki, merkez sol içinden istekli olanları da, korumaya çalıştığı ittifak sistemine katmak istiyor. Bu nedenle, iktidarın kazanımları tasfiye olmuş Cumhuriyet kutlamalarını desteklediği anlaşılmaktadır.