Başbakan’ın 1915 mesajı

Başbakan’ın 1915 olayları hakkında başbakanlık resmi sitesinden duyurduğu mesajı nasıl okuyacağız? Çözüm olarak Başbakan’ın önerisi şu: “Zamanın ruhu, …. nefreti ayıplayıp saygı ve hoşgörüyü yüceltmeyi gerektirmektedir. … ortak tarih komisyonu kurulması çağrısında bulunduk. Bu çağrı geçerliliğini korumaktadır.” Bu öneri eski tutumu yinelemektedir, fakat akla bir soru geliyor: Başbakan’ın sağı solu belli olmaz, daha öncede yaptığı gibi Ermenistan’dan kaçak çalışmaya gelen Ermeni işçileri geri gönderelim” de diyebilir. Bunu daha önce söyledi. Başbakan’ın “zamanın ruhuna” göre davranma becerisinin oldukça yüksek olduğuna hiç şüphe yok.

Başbakan’ın bu çıkışının gerisinde yatan neden şudur: Başbakan Başkan olmak istiyor, öte yandan uluslararası politikada oldukça sıkışmış durumda. ABD, NATO üzerinden Ukrayna ve Karadeniz bölgesine yönelik yeni bir hamle yapmaya çalışıyor. Anlaşıldığı kadarıyla Başbakan bu fırsatı kaçırmak istemiyor. “Zamanın ruhu” ABD ve AB ile nikah tazelemeye imkan sunuyor. Başbakan bu taktiği iktidara geldiğinden beri yineliyor. Üç konuda bunu sıkça yapıyor: Kıbrıs, Ermeni meselesi ve Kürt açılımı söylenceleri. Üçünde de döngüsel devamlılık olduğunu söylemek mümkündür. Ne zaman sıkışsa aynı tekerlemeyi yineliyor, fakat çözüm üretemiyor. Çünkü üç konuda kapitalizm içinde çözülebilecek sorunlar değil. Bu sorunlar kapitalizm içinde ancak sorun dönüştürülerek başka bir formda yeniden üretilir. Başbakan bu konuda çok maharetli, formu değiştirip sorunun çözümünü öteleyerek, bunun üzerinden hem dış desteğini yeniden üretiyor, iç politikada da eski ortaklarının eleştirilerini hafifletiyor. Başbakan’ın mesajı taktikseldir. Sorun çözücü değildir, hele özgürleştireceği iddiası küllüyen temelsizdir.

Peki 1915 olayları nasıl okunabilir? Bu konuda iki farklı okuma biçimi var: ilk görüş 1915 ve sonrasında Osmanlı’nın (İttihatçılar kast ediliyor) ve Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığı, Türkiye’nin “kendi tarihi ile yüzleşerek” soykırım iddiasını kabul etmesi gerektiğini dile getirmektedir. Bu görüşü savunanlar soykırım iddiası ile Türkiye’nin AB üyelik meselesini ilişkilendiriyor ve buradan bir strateji üretiyor. Bu strateji tarihsel geçmişten gelen bir iddiayı uluslararası siyasetin bugünkü gündemine taşıma çabasıdır. İlk aşamada soykırımın gerçekliği üzerinde güçlü bir oydaşma yaratarak, tarihsel blok oluşturmayı, ikinci adım olarak da bunu BM’nin gündemine taşıyarak tescil ettirmeyi amaçlıyor. Uzun erimli hedef ise, Ermenilerin uğradığı kayıpların siyasal, bölgesel ve/veya akçalı olarak tazminini Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı sayılan Türkiye Cumhuriyeti’nden talep etmeyi amaçlamaktadır. Buna karşı Başbakan’ın da dahil olduğu önemli bir kesim Türkiye’nin kendisini 1948 tarihli BM Soykırım Sözleşmesi’nin geriye teşmil edilemeyeceği yönündeki biçimsel hukuk argümanları ile savunmaya çalışıyorlar. Fakat uluslararası politika, uluslararası hukuku kendine uygun hale getirebilir, bunun örnekleri mebzul miktarda mevcuttur. Bu durumda “suç” toplumun hepsine yaygınlaştırılacaktır. Liberaller, “suçu” İttihatçılara yükleyip kurtulalım demektedirler. Bazıları da tehcir sırasında fiili ölümlerin sorumluluğunu Kürt aşiretlere yükleyip kurtulmayı umut etmektedir.

Benim de katıldığım ikinci okuma biçimi şudur: 19. yüzyıl başından beri süregelen kapitalist genişleme Batı’dan azgelişmiş çevre ülkelerine yayılırken bu genişlemenin tarihsel formu olan emperyalizm, çevredeki ülkelere bir dizi toplumsal trajedi yaşatmış, bu ülkelerin halklarını birbirine kırdırmıştır. Yaşanan trajedilerin sorumluluğunu da çevre ülkelerinin biri veya birkaçına ya da bu ülkelerdeki siyaset ve yönetim kadrolarının aczine veya kötü emellerine bağlayarak, emperyalizmi günahlarından arındırmaya çalışmaktadırlar. Bu trajedilerden yalnızca 1915 Ermeni tehcirini ve bu tehcirin acı sonuçlarını özenle seçerek, bugün Türkiye’de yaşayanları, yani hepimizi, ve Türkiye’nin gelecek kuşaklarını suçluluk duygusuna itmektedir. “Zamanın ruhuna” uygun olsun diye emperyalizmin ürettiği halkları birbirine kırdırma politikasının yükünü “kabul edelim” hatta suçu İttihatçılara yükleyip kurtulalım yaklaşımı kabul edilebilir bir duruş değildir. 19. yüzyılın ikinci yarısından I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar emperyalizm, kendi yarattığı ve tanımladığı sorunların çözümü adına halkları birbirine kırdırırken Türkleri, Ermenileri ve genel olarak tüm Balkan, Ortadoğu ve Kafkas halklarını araç olarak kullanmıştır. Bu tavrın somut örneği Sevres Antlaşma Taslağı’nın 88, 89, 90 ve 91’inci maddelerinde açıkça görülmektedir. Bu maddelere göre Türkiye’den altı vilayet koparıp Ermenistan’a katmak istenmiş ve Ermenilere de kendilerine verilecek toprakların Osmanlı borçlarınıa tekabul eden kısmının mali yükünü üstlenmeleri şartı kuşulmuştur.

Kafkaslar’da tutunamayacaklarını anlayan Avrupalı (özellikle İngilizler) emperyalistler, bütün bu hususları garantiye almak için ABD’yi siyasi ve askeri güç olarak devreye sokmaya çalışmışlardır. Sevres Antlaşma Taslağı’nın yukarda verilen maddeleri bir emperyalizm klasiğidir. Başkasına ait bir toprağı bir başkasına verip o toprak üzerinden borç tahsil etmek bir emperyalizm klasiğidir. Emperyalizm günümüzde farklı araçlarla benzer politikaları yeniden üretmeye çalışmakta ve bu doğrultuda sadece Türkiye’yi ve Ermenistan’ı değil, Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar’daki tüm halkları araç olarak kullanmaktadır. Bunların doğru çözümlemesi yapılmadan “zamanın ruhuna” uygun duruş sergilemek sorunun başka bir formda yeniden üretimine katkı sağlamaktan başka bir işe yaramaz. Unutmayalım ki kapitalist sistemde bu tür sorunlar çözülemez ancak sorun dönüştürülerek yeniden üretilir.