Piccatura Mustafa Abi

İki herif geldi, izbandut gibi. Unkapanı’nın Niğdeli hamallarından, sırtlarında semerleri. 6216 numaralı dükkânın içindeki devasa çuvallara bakıyorlar. Sırtta taşınmayacak kadar büyük ve ağır olduğunu görerek dönüyorlar. Beş dakika sonra ikisinin de önünde çift tekerlerli koca çekçekler, yeniden geliyorlar. IMÇ 6. Blok’un arka kapısında bekleyen kamyona taşıyacaklar, içlerinde kırık CD kutusu ve kaset dolu çuvalları.

Yılların Piccatura Plak’ı kepenk indiriyor. Depoda kalan malların eli ayağı düzgün olanlarını bazı dükkânlar üçe beşe almış, kalanlar ise plastik hurdacısına veriliyor, kilosu dört kuruştan. Bir zamanlar insanların edinmek için birbirini yedikleri albümler, şimdi elden ayaktan düşmüş, güzelliğini gençliğinde bırakmış hayat kadını gibi talihsiz kaderlerine terk edilmiş. Toprakta çürüyen beden misali, fabrikada eritilerek başka başka ürünlere malzeme olacaklar. Yaşananlar “Bir Zamanlar Amerika” filminin finali kadar hüzünlü, Sam Peckinpah filmlerinin şiddet sahneleri kadar ağır.

Bu üzerinde “son” yazan trajik sahneye tanık oluşumun sebebi, bir gün evvel Mustafa (Kaynakcı) Abi’nin “dükkânda bir miktar plak kaldı, al onlar senin olsun” diye telefon etmesiydi. İçerisi boşaldıktan sonraki görüntüye eşlik edecek tek bir müzik sessizlikti. Neyse ki az sonra oğlu Pinhani Sinan (Kaynakcı) geldi, kalan birkaç kırık dökük tabureye çöktük ve elimizden gelen tek şeyi yaptık, çay içtik...

***

Doksanlı yılların hemen başında gelmişti bu depoya Mustafa Abi, Şişli’de toptancılık yaparken, malların artık kapı önlerine, kaldırımlara taşması sebebiyle. Her akşam bir kamyon dolusu koli hazırlıyor, Fethiye, Kaş, Güney sahil şeridinde ne kadar plakçı varsa mal gönderiyordu. Seksenlerin başından doksanların ortasına kadar uzanan zaman diliminde müzik piyasasının altın devri yaşanıyordu, işler güçler açısından. Önce plak, sonra kaset, ardından da CD iktidara gelmişti.

Unkapanı’nın arka kapısına her gece birkaç TIR dayanıyordu, Manisa’daki fabrikadan gelen malları indirmek için. Tek başına günde 5 – 6 bin kaset sevkiyatı yaptığı günleri anımsıyor Mustafa Abi. Evet, doğru yerde, doğru zamandaydı.

Çok geç kafasına dank etti: neden bunları iki kere taşıyordu ki? İşte bu yüzden, büyük bir hamaliyeden kurtulmak için gelmişti Unkapanı’na. Artık Şişli’deki dükkânı açık tutmanın hiç bir esprisi kalmamıştı, hepten Çarşılı oldu.

İşte bu esnada önce kavramakta güçlük çektikleri bir hadise yaşandı. En iyi müşteriler turistlerdi o vakitler. Zira kaset denen şey kendi ülkelerine göre çok daha ucuzdu burada. Turistler bilhassa tatil için geldikleri Güney bölgesindeki dükkânların önünde kuyruk oluştururcasına alışveriş yapıyorlar, memleketlerine çantalar dolusu kaset taşıyorlardı. Mamafih öyle bir an geldi ki, turistlerin kaset merakı bıçak gibi kesildi. Arkasından haberi geldi ki, gavuristanda CD diye bir şey icat edilmişti. O da burada yoktu, tek tük bulunsa da dışarıya göre daha ucuz değildi.

***

CD devrine geçildiğinde, kaset günlerine oranla iş ufalmıştı. Neyse ki, Galleria’da açtıkları dükkân çok iyi işliyor, günde yaklaşık 250 – 300 CD satarak merkezdeki daralmayı dengeliyordu. 1994 Mayıs’ına kadar tekerlek dönüyor, çorba kaynıyordu. Tam o karanlık günlerde Çiller’in dövizi patlatmasıyla, sonun başlangıcı için düğmeye basılmış oldu. Giderek keseden yiyerek, kazandıkları günlerden takviye yaparak idare etmeye çalışıyorlardı, ama felaketlerin ardı arkası kesilmiyordu. 1999 depremi ve 2001 krizi kapanması pek kolay olmayan yaralar açmıştı piyasalarda. İyice dibe vurduklarında masrafları kısmaya, personel eksiltmeye başladılar mecburen.

2007 yılında kadar gelebildiler bin bir güçlükle. İnternet download’larının önünün alınamayacağı anlaşılınca Galleria’yı da kapadılar. O kadar çok mal vardı ki ellerinde, onlarla maliyeti düşük bir işe giriştiler ve Unkapanı’nın caddeye bakan tarafında bir perakende dükkanı açtılar. Başlangıçta her şey yolunda görünüyor, memlekette iyi müzik peşinde dolanan adam kalmadığı için, albümden ziyade enstrüman satıyorlardı. Ancak oralarda çok pis bir huy vardı, birisi iş yaptı mı, ticaret nosyonuna, bilgisine sahip olsun olmasın herkes aynısına girişirdi “vay be bu işte para var” diyerekten. Bir yıla kalmadan etrafları onlarca enstrüman satıcısıyla doldu ve onlara yine tası tarağı toplamak düştü. Artık tek bir mevzileri kalmıştı: alt kattaki 6216 numaralı depo.

***

İstanbul Üniversitesi Kimya Fakültesi yıllarında tanışmışlardı Bülent Ortaçgil ile. Mustafa Abi bir üst sınıftaydı, ama ortak paydaları “ikinci kimya” idi. Bu okulda “ikinci kimyayı bitirmeden diploma alamazsın” diye bir laf vardı; kastettikleri şey ise briç kulübüydü. Bu yeşil örtülü masanın kenarında, 52 destesinin başında çok vakit geçirdiler birlikte; çok zon bağladılar, sayısız slam’a, grand slam’a imza attılar.

Ortaokuldan beri müzik meraklısıydı Mustafa Abi. Doğup liseyi bitirdiği Konya’da 1962 yılında ortaokul öğrencisi iken Beatlemania idi. Rolling Stones, Animals, The Kinks ne bulursa alıyordu plak namına. Listeleri yakından takip ediyor, babasının hediyesi olan Grundig TK23 makara teyp ile ulaşabildiği tüm radyolardan şarkı kaydediyordu. 1968 yılında üniversiteyi kazanıp İstanbul’a geldiğinde, Tom Jones “Delilah” şarkısı ile ortalığı kasıp kavuruyordu. Üniversiteye geldiğinde etraftaki müziğe en vakıf ve arşiv sahibi insan olarak biliniyordu.

Dostu genç Bülent, okulun son döneminde Bebek’teki baba ocağından koptu, Caddebostan’da ayrı eve çıktı. Mustafa Abi bir yazı onun yanında geçirdi. Bülent, Ali Kocatepe ile ilk plağı “Benimle Oynar mısın” için kontrat imzaladığında, kutlama şarabını bu evde birlikte içtiler.

***

Onu Jack Palance’a benzeten elmacık kemikleri belirgin kişilikli yüzü ile Unkapanı’nda tanıdıklarım arasında hepsini saysanız bir elin parmaklarını geçmeyen ileri görüşlü bir iki kişiden -misyonerlikle iş adamlığını birlikte yürüten, sözü dinlenir akıllı birkaç adamdan- biriydi Mustafa Abi. Memur çocuğuydu, ticaretten anlamazdı; sonradan öğrenmişti bu işleri, ama uyanıklığını değil, dürüst tarafını.

Mezuniyetinden sonra sahip olduğu Kimya Yüksek Mühendisi sıfatının değeri düşmüş; Demirel sayesinde özel üniversiteler açılmış, etrafı baba parasıyla diploma alan niteliksiz mezunlar kaplamıştı. Kafaya koydu, Avustralya’ya göçecekti, ama bunun için önce bir işe girip azıcık cukka yapmalıydı. Diplomayı falan bir kenara koydu, fotokopi makinesi satan bir firmaya pazarlamacı olarak girdi. Maaşın yanı sıra primi de vardı ve o kadar iyi satış yapıyordu ki, kazandığı paralar kısa sürede Avustralya hayallerini unutturdu.

Üç kardeştiler. Ortancaları okumamış, bir plakçıda çalışmaya başlamıştı. Ailenin hakkında taşıdığı gelecek endişeleri, babanın emekli parasıyla ona ortak-mortak bir plakçı dükkânı açmasına neden olmuştu. Bakırköy’de Tınaztepe Pasajı’nın alt katında küçücük bir yere girmişler, adını da Piccatura koymuşlardı.

Sermayeleri az, tembellik çoktu. Her sıkıştıklarında en büyüklerine, yani Mustafa Abi’ye başvuruyorlardı. Abi de iyi kazanıyor ya, kıyamıyordu kardeşine.

Bu arada evlenmişti, ama haberi yoktu, asker kaçağıydı. Öylesine bir sorayım diye şubeye uğradığında apar topar paketlendi, 1977 Temmuz’unda askere alındı. Döndüğünde dünya çok değişmişti; satılan ürünler değiştiği için eski işine dönemeyince arayışa girdi.

Müteakip günlerde kardeşinin işi ve ortaklığı bozulmuştu, cama devren satılık tabelası asılmıştı.

Alacağına istinaden girdi dükkâna Mustafa Abi, taraflara da birer senet imzaladı, nasıl olsa çalışır ödedim diye. Ama evdeki hesabın çarşıya uymadığı bir memlekette yaşadığını bir an için unutmuştu; Özal döneminin 24 Ocak kararları patladı. Mecburen tefeciden para aldı, sonra tefeciyi banka kredisiyle ödedi, nihayetinde de banka borcunu birkaç yıla dağıtarak eritti. Bu kısacık zaman diliminde farkında değildi, ama artık gerçek bir plakçı olmuştu.

***

Zeki adamdı, sistematik düşünmeyi biliyor, mantığını iyi kullanıyordu; neticede usta bir briç oyuncusu değil miydi? Sadece Bakırköy’de 40 tane plakçı olduğunu, bunun yakın yerlerle birlikte yüze yaklaştığını gördü. Hepsi tek tek her gün Unkapanı’na inip mal alıyordu. Neden hepsine malı kendisi vermesindi? Yüksek volümlerde mal çekerse kimselerin alamayacağı indirimleri ve vadeleri alabilirdi. Göle çaldığı maya tuttu, perakendecilikten toptancılığa adım atmış, kazancını bir önceki dönemle mukayese edilmez rakamlara katlamıştı.

Tınaztepe’ye sığmaz hale gelince, Şişli’de (bir zamanların meşhur Pepo’sunun bulunduğu) Teyyareci Mehmet Efendi Sokak’ta 70 metrekare, iki katlı dükkâna geçti. Burada o kadar rahat etmişlerdi ki, Tınaztepe’yi bir gecede kapadılar.

Okul arkadaşı, eski dost Bülent ise, kendisi gibi mesleğini icra edemeyeceğini anlamış, bunun üzerine İsveç’e giderek iki yıl kalmış, nihayetinde dönerek arayışa girmiş ve müzikte karar kılmıştı. Biraz da ilk plağının baskısının tükenmiş olmasından cesaret almış, yanı sıra yeni tanıştığı, Çekirdek Sanat Evi’nde birlikte çaldığı Fikret Kızılok’tan manevi destek görmüştü. Fikret evinin bir odasını stüdyoya çevirmiş, burada Bülent ile kayıtlar yapıyordu, ama bunları basıp satacak birine ihtiyaçları vardı. Haberini almışlardı; plakçı olmuştu. O yüzden Bülent’in kadim dostu Mustafa’dan daha iyisini mi bulacaklardı.

“Pencere Önü Çiçeği” ve Mustafa Abi’nin onlara gönderdiği bir tanıdığının baldızı olan Sibel Sezal dahil beş albüm yapmışlardı ki Bülent ile Fikret’in arası açıldı. Yıllar içinde işler işleri takip etti ve Yıldırım Plak’tan hazır alınanlar dâhil yaklaşık 40 prodüksiyonun sahibi oldu Piccatura Plak.

***

100 bine yakın kaset, yaklaşık dörtte biri kadar da CD ve hatırı sayılır miktarda enstrüman ile 2015 yılının kapalı, rüzgarlı bir Şubat gününe kadar dayanabildiler. Aslında bu vakte kadar da açık tutmalarını asıl nedeni, Pinhani’nin burayı bir stüdyo gibi kullanıyor olması, prova yapıp, klip çekmesiydi. Sinan evlendikten sonra Kadıköylü olmaya karar verdiğinde, artık kepengi indirmenin vakti gelmişti. Ancak kapamadan evvel içerideki malı olabildiğince eritmek gerekiyordu.

Satılabilir olanların bir kısmını Zihni, bir kısmını Esen Plak almış, tüm çalgılar ise Omem Müzik’in sahibi Hacik Bey’in büyük jesti ile alınan fiyatın aynısına alınan yere iade edilmişti. Son kalan bir tutam plak ise “sana yakışır” diye bana hediye edilmiş, arşiv raflarının B, N, S ve Y harflerine girmişti; Bob Dylan, Neil Young, Santana ve Yes olarak.

 

Murat Beşer ([email protected])