Parkinson Şeref

Underground dünyamızın namlı luzırları, ele avuca sığmaz aykırı çocukları, laf söz dinlemez “seni gidi yaramaz”ları, yeri geldiğinde işini bilen raporsuz çatlakları… Alınmayın, gücenmeyin, hiç kusura bakmayın; sizler ancak aranızda ikincilik için yarışabilirsiniz, çünkü bu tartışmalı olmayan alacakaranlık listede ilk satır Parkinson Şeref’e ait. 

Tek sıfatı -kurduğu death metal topluluğundan gelen- Parkinson değil tabii ki; Mezarcı, İblis, Akineton türünden -ayrı ayrı hikâyeleri bulunan- daha pek çok lakabı bulunuyor, omzunda apolet gibi taşıdığı. Camiadaki insanlar onu önce hangi vukuatı ile tanımışsa, oydu namı Şeref’in.

Taklit yapmıyor, poz vermiyor doğrudan yaşıyordu Şeref muhayyilesinde kurduğu fantastik dünyayı, çizdiği irkiltici karakterle. Mütemadiyen nefret kusuyordu kafasına yatmayan şeylere. Saçlarını kız gibi düzeltmeye kalkışan metalcilere, rock barlarda “karı gibi” disko dansı yapanlara basıyordu tekmeyi, marka giyinip hava atan iyi aile çocuklarına indiriyordu şaplağı. Yakışıklı oyuncu Nejat İşler’in rol modeli, karikatürist Bülent Üstün’ün yarattığı Kötü Kedi Şerafettin karakterinin de ilham kaynağıydı Parkinson Şeref.  

Zenginliğin, son modanın, Avrupa görmüşlüğün, kibrin ve hava atmanın merkezi bir semtte, Nişantaşı’nda, Teşvikiye Camiinin önüne tezgâh açtığında, -burada tezgâh açan diğer arkadaşlarının tanıklığına göre- kendi halinde, etliye sütlüye pek bulaşmayan biriydi aslında. Onu bozan şeyin içki mi, heavy metal müziği mi yoksa hepsinin ötesinde semtin -insanı kışkırtmaya müsait- suni sakinlerinin mi olduğu, toplumbilimcilerin ve psikiyatristlerin bir türlü aydınlatamadığı konu. Ama bir söylentiye göre gerçek şuydu ki, Şeref bu muhitin ciks insanlarına duyduğu derin gıcığı, ancak sabah ezanıyla birlikte kaldırdığı şişelerle teskin edebiliyordu.

***

Kahramanlığı diline vuranların, mangalda toz bırakmayanların, cesaret bulamadığı için dışarı çıkamayan nefretlerin eyleme geçmiş haliydi Şeref. Madalyonun tersinde de -yeri geldiğinde- kendisine bile düşman, öfkesine yenik, kendine göre bir hakkaniyet duygusu taşıyan, etrafındaki kalabalığa rağmen yapayalnız bir adamdı.

Heavy metalin insanın kulağını çalkalayan, gözlerini ışıldayarak kamaştıran kültürüyle ilk kez onun nezdinde tanışan bir kuşak için peygamberdi. Dönemin metal idollerinin tüm klişelerini taşıyordu üzerinde; hem davranış kalıbı, hem de nesne olarak.   

Camii önünde -Vali Konağı yönündeki başta- ilk tezgâh onundu. Peşi sıra aralarında Zihni’nin de yer aldığı diğerleri sıralanırdı, ipe dizilmiş gibi. Henüz bir metalci olmadığı -hatta Charlie Parker ve John Coltrane seven bir cazcı olarak- aleni nefret ettiği günlerde, öteki tezgâhları gösteren bir okun yer aldığı “metalciler aşağı!” yazan bir tabelası asmış; birkaç gün sonra hırsını alamayarak doğrudan giydiren bir ifadeyle değiştirmişti: “kötü müzik dinlemek isteyenler aşağı!”

Baş döndüren bir hızla değişen Şeref, tüm bunlardan sadece dört ay sonra ilk metal topluluğunu kurmuştu, adını ve yazı karakterini Iron Maiden’dan kopya çektiği Iron Spider adında. Bu çelişkinin sırrı Şeref’in şarkı söyleme arzusunda yatıyordu, kendisine en yakın gördüğü açık kapı ise metal vokaliydi.

Gözlük tamircisi babasını üç yaşında yitiren Şeref, Selanik göçmeni terzi anne ve abla tarafından büyütülmüş bir İzmirliydi. Ailenin 1964 doğumlu tek erkek çocuğuydu.

Dünya malını umursamayan Şeref’in zinhar kimseye yalan söylediği, kazık attığı, dolandırdığı görülmüş şey değildi. Plak arşivini çalanları tanıdığı halde affedecek kadar engin gönüllüydü. Onunla bir işiniz varsa, sadece önünüzdeki biraya sahip çıkmanız yeterli; zira başka bir yere daldığınız an hepsini kafaya diker, tek solukta.

***

Bir gün camiinin önünden geçen at arabasına, posta arabası görmüş Kızılderili refleksiyle saldırmış, zavallı satıcının çaresiz bakışları altında ele geçirdiği karpuzlardan birini yere çalarak kırmış; yine aynı çeviklikte üzerine kapaklanarak yemeğe başlamıştı. Örneğine az rastlanır cinsten bir öfke deposuydu Şeref.

İngilizcesi yoktu, plak içlerinden fotokopi çektiği kâğıda şarkı sözlerinin telaffuzlarını yazdırırdı, yanına uğrayan kolej çocuklarına. Kurduğu ikinci death metal topluluğu Parkinson, yaptığı sahne şovundan sonraki naralarla özdeşleşmişti: “roooaaarrrgh”!

Sahnede ise -GG Allin’in büyük abdestine, Jim Morrison’un mastürbasyona eşdeğer- her türlü sapkın eylemi vücuda getirmekten imtina etmezdi.

Bilsak Cafe’de bir punk-rock konseriyle dillere dolanmıştı. İçeride birbirinden “tuhaf” bir insan kalabalığı cirit atıyordu. Ortalık tımarhaneyi andırıyor, hapishane kaçkınından geçilmiyordu.

Sahneye fırlayan Şeref, ortalık yerde disko dansı yapa yapa kıvıran gotik makyajlı bir kıza kıllanmıştı. Artık kim tutar salona gelmeden az önce yakındaki bir işkembecide masa üzerine konmuş tas dolusu sarmısaklı işkembeyi kafaya diken Şeref’i? Ok gibi fırlamış, bir yandan “roooaaarrrgh” nidaları atarken, öte yandan çığlık çığlığa kaçmaya çalışan kızcağızın kıçına kapıya kadar okkalı tekmeler savuruyordu. Her şey sadece birkaç saniye içinde olup biterken, Şeref’in bu hıza ayak uyduramayan midesi, sarmısaklı sirkeyi çıkarıverdi ortalık yere.

Daha sonra Taksim’de düzenlene bir blues festivalinin programında yer almışlar, ancak grubun diğer üyelerinin gelmemesi nedeniyle konsere çıkamamışlardı. Şeref mazeretini yüzlerce insanın karşısında elinde mikrofon, kendine has bir üslupla anonsa etmeye kalkışınca kızılca kıyamet kopmuştu: “Parkinson ruhuna ihanet eden o….. çocukları gelmediler, ayrıca da bütün blues’cuların g….. koyiim”. 

***

En yakınındakiler dahi ondan biraz çekinir, hatta korkarlardı. Yolda rastladığı çiftlere iyi gözle bakmaz, yanında birileri varsa “işte biz asla böyle olmayacağız” derdi. Nefretinin merkezinde özellikle süslü kadınlar, “abartılı” davranan eşcinseller ve özenti tipler yer alsa da, arada bir sosyolojik açıdan kafaları karıştıran taarruzlara da girişiyordu.

Deform Tayfun ve arkadaşı Kuntay, 75 lira etiketli Pink Floyd “The Wall” plağı görmüşlerdi, Şeref’in tezgâhta bir gün. Ceplerindeki para sadece 50 liraydı; saatlerce indirim için döktükleri dil işe yaramamıştı. Sonunda plağın üzerinde fark ettikleri bir çiziği gerekçe gösterince, Şeref plağı dizinde iki parçaya ayırdı: “yorgan gitti, kavga bitti”.

Arada bir tezgâhına göz kulak olması kaydıyla Nejat İşler’e -uzun zamandır rüyalarını süsleyen, ama parası olmadığı için alamadığı- Led Zeppelin IV plağını vermeyi kabul ettiğinde, kendisi en çok Napalm Death, Carcass ve Bolt Thrower seviyor olsa da, Motörhead, Venom ve Slayer’ın liderlerini aratmayan bir görüntü veriyordu dışarı.

Porno sattıkları iftirasıyla -ki daha alt tarafta satan birileri vardı gerçekten- cami önünden sürüldüklerinde topluca göç etmişlerdi Hadi Çaman tiyatrosunun dibine.

Daha önce de benzer şeylere maruz kalmıştı Şeref. Asker kaçağı olduğu için ispiyonlanarak yakalanmış; önce Erzurum sonra Mardin’de çok zor şartlarda komando olarak yapmıştı askerliğini. Döndüğünde matbaa işine başlamış, sıkılınca Beyazıt Çınaraltına kurduğu kitap-kaset tezgâhı aracılığı ile kendini bekleyen tuhaf maceralara, dolayısıyla tekinsiz bir hayata yelken açmıştı.  

***

Uzlaşmak nedir bilmeyen bu inatçı karakter hakkında ağızdan ağza dolanan, anlatıldıkça da -bir ihtimal- biraz şekil şemal değiştiren, onu giderek şehir efsanesi haline getiren hikâyelerin ardı arkası kesilmiyordu. Tabiri caizse modern zamanların halk hikâyelerine dönüşmüştü her biri artık.

1991 yazında Kemancı’da pineklerken, Almanya’dan henüz yeni geldiği için etraftaki insanları pek tanımayan -Kuaför Cengiz adlı grindcore topluluğunun solisti- Rasim ile sidik yarışına girmişti. Bir yandan Rasim’e kendi icadı olan içe dönük vokali anlatıyor, ardından da böğürerek örnekliyordu. Rasim “ne var bende yaparım” diyerek tekrarlayınca olan oldu; sinirden gözleri kararan bizimki elindeki şişeyi kırdı ve sol kolunu boydan boya kesti: “bunu da yapabilir misin lan, puşt”. Gelin görün ki rakip de az çatlak değil; kırılan şişenin önünde kalan kısmıyla karşılık verince, izleyen kalabalık Rasim’i derhal en yakındaki hastaneye kaldırarak dikiş attırdılar. Ancak Şeref büyük bir zafer kazandığını, hastaneye gitmeyi reddederek göstermişti. 

1993 yılında Ankara Talip sinemasında bir metal festivali yapmıştı Laneth ekibi. Bir tren dolusu tekinsiz adam çıkmış yola İstanbul’dan, aralarında Şeref de eksik değildi tabii. Başkente ayak basar basmaz yol boyu kafayı çekmiş Şeref’in ilk icraatı, her zaman olduğu gibi bilinmeyen bir sebeple -kaldı ki sebep olması da gerekmiyor-, motorcularla dalaşmak olmuştu. Akşam adamlar kalabalık bir halde konsere gelip, Şeref’i buluyor, bayıltana kadar kasklarla dövmüşlerdi.

İnönü Stadındaki Metallica konserinde, yüzüne Kiss makyajı yapan Şeref, kapı önüne yığılmış azgın kalabalığın gözlerinin önünde, sıra sıra dizilmiş köfteci arabalarından birini devirmiş, yere savrulan tükürük köfteleri alabildiğine büyük bir hınçla tekmelemişti.

Konser için tüm sabırları tüketerek, her türlü linçe ve şiddete meyilli kalabalığın eyleme verdiği destek, birbirleriyle hısım akraba ilişkisi bulunan köftecilerin müdahalesine dolayısıyla Şeref’in onlarca köfteciden yiyeceği temiz sopaya mani olmuştu. “Roooaaargh” diye böğürmeyi de ihmal etmemişti tabii, başarılı gösterinin sonunda.

Bir keresinde Tüyap parkının caddeye açılan kenarında uçurum denebilecek bir yerden aşağı uçmuş, mezarlıklarda elinde kurukafa yarı çıplak bir vaziyette çektirdiği fotoğraflarla, verdiği röportajla medyaya çıkınca muhafazakâr kesimlerin boy hedefi olmuştu. Ardından defalarca sağcı-dinci ve faşistlerce linçe maruz kalmış, bir kez de iş makinesinin göğsüne saplanan sivri uçlarının altından bin bir güçlükle kurtarılmış, hastaneye zar zor yetiştirilip ameliyat edilerek hayata döndürülmüştü.

Deli kuvvetine sahip, kurşungeçirmez bir adam olduğuna şüphe yoktu Şeref’in. Bu insanüstü dayanıklılığı bir zamanlar yaptığı spora, düzenli ve sağlıklı yaşama, beslenmesine gösterdiği özene borçluydu. 

***

Tüm güzel kızların metalci olduğu günlerde, kendisini irkiltici, hatta alabildiğine itici gösteren tutumuna karşın kadınlar tarafından beğeniliyordu Şeref; uzun saçı, renkli gözleri, Nazi subaylarını andıran kararlı yüz hatları ve minyon bedeninde taşıdığı güçlü kaslarıyla. Buna rağmen -en azından açıktan- bilinen bir flörtü yoktu veyahut bir kızla el ele göz göze yanak yanağa dudak dudağa yakalandığı vaki değildi. Herkes Parkinson’un basçısı Gülay ile onu sevgili sanmasına karşın, aralarındaki ilişki -metal camiasında az rastlanan cinsten- sağlam bir dostluktu.

Bir kez -sonradan öğretmen çıkan- Gülbin adında birine âşık olduğu rivayet olunuyordu ki, hikâyeye göre bizimki kızı asla barlara konserlere götürmez, ortalıkta birlikte görünmezdi; Manga’nın “Bir Kadın Çizeceksin” ya da Duman’ın “Seni Kendime Sakladım” şarkılarına isim babalığı yaparcasına. Sekiz yıllık bu birliktelik, metal âleminden bir arkadaşının, kızın ailesine verdiği olumsuz malumat sonucu büyük hüsranla noktalanmıştı.

Onun -yakın tanıklara göre- hem uzun saçlı bir asi, hem de büyük şirketlerde çalışan ve sosyal açıdan itibar gören biri olmaya yönelik ikili bir kimliği içinde gizlediğine dair gözlemler ve ifadelere rastlayabilirsiniz. Ancak ne ehemmiyeti var ki? Hepsi bir yana, yaşadığı acımasız sermaye toplumunu aşırı kasıntılı bulan, bu yalancı ilişkilerde kendine yer açamayan, ardından da açmayı reddeden insanlara has bir sivil toplum teröristiydi Şeref.

Şiddetinin içler dışlar dengesi, karşısındaki insanlara sıklıkla tekrarladığı “bana biraz daha sert yumruk atsana” cümlesinden ibaret değildi. İçe dönük brütal vokali, yani nefesini içeri çekme tekniğiyle böğürmeye dayalı bir vokal tarzı kendi icadıydı. Timur Selçuk dershanesinde birkaç ay şan dersi bile almıştı.

Resmi kayıtlara göre de ilk kez Bakırköylü death metal topluluğu Mouseleum’un “Lunar Caustic” albümünün iki parçasında geri vokal yapmıştı. Hikâyeye göre Murat İlkan’ı Sawdust topluluğunda izlerken yanında solist arayan The Pentagram’ın davulcusu Cenk Ünnü’ye ilk tavsiye eden de oydu.

İki yıl terk edilmiş bir cipin içinde yaşadı Şeref, Cihangirde. Yabancısı değildi bu hayatın, daha önce de Alman hastanesinin arkasına park edilmiş askeri bir aracın içinde kalmıştı, yaklaşık yine iki yıl. 

***

O gerçek bir Loser, hem de batıdaki örneklerine taş çıkartacak cinsten. Rock’n Roll kuyusunda feleğin çemberinden geçerek hayatta kalmayı başaran örgütsüz bir militan. 

Şimdi yeni mekânı Galatasaray’daki Hazzopulo Pasajında Kahveci Mustafa Amca’nın karşısındaki kitapçı. Eskisi gibi metal müziği aramıyor kulakları, arada bir dükkânın bilgisayarında gençliğinden kalma bir King Crimson MP3’ü açıyor, ya da Youtube’tan bir Charlie Parker parçası dinliyor. Eski günleri pek öyle iştahla da anmıyor zaten, eski tanıdıklarının bahsi geçtiğinde “çok severim onu”, eski maceralar dile geldiğinde de “yok be abi öyle bişey, çok abartmışlar” diyor.

Hayli durulmuş, ateşi közlenmiş. Dizginlenemeyen öfkesinin yerini Dino Buzzati’nin Tatar Çölü’nü aratmayacak kadar beklemeli bir hayatın seyri almış. En yakın dostu da çay artık. Elindeki ince belliyi kaldırıp dudaklarına yaklaştırırken, belirsiz bir ufka dalıyor gözleri, ağzının kenarına sonradan kondurulmuş emanet bir gülümsemeyle “yok be abi öyle bişey, çok abartmışlar” diyor yeniden.

Murat Beşer ([email protected])