Sosyalistlerin ‘Demokrasi’ ile İmtihanı!

Yalçın Küçük, kendisiyle yapılan bir televizyon programında sorulan soruyu, "ben demokrat değilim, bana demokrat denilmesini de anneme küfür edilmiş sayar ve 'ben de senin ananı' derim" diye yanıtlıyordu. Ardından da ekliyordu "sosyalistler demokrat değil, devrimci olur"...

Yalçın Küçük'ün kendisine özgü üslubu nedeniyle söz konusu televizyon programında ne söylemek istediği ortalama izleyici nezdinde pek anlaşılmasa da, gerçekte önemli bir tartışmaya işaret ediyordu.

Çünkü öyle bir entelektüel ve politik ortamdan geçiyoruz ki,"demokrat" olmak "sosyalist" olmanın tartışmasız bir ön koşulu sayılıyor. Üstelik ortalıkta bir dizi darbe senaryosunun uçuştuğu bu dönemde bırakın tartışmayı, böyle bir tezi ağzına almak bile "darbeci" ya da "Ergenekoncu" sayılmak için yeterli oluyor. Kısacası, "demokrat değilseniz sosyalist de değilsiniz" deniyor.

Ülke, entelektüel ortamın siyasal iktidara yaslanan liberaller ve İslamcılar tarafından terörize edildiği bu dönemden geçiyor.

Burjuva ve sağ liberalleri anlamak mümkün. Mümkün çünkü, burjuva demokrasileri sermayenin en gelişkin ve istikrarlı egemenlik biçimlerinden biridir. Ancak, yaklaşık 20 yıldır küresel ölçekte esen yeni liberal rüzgârın çekim alanına giren sol liberalleri anlamak mümkün değil. Çünkü bu kesimlerin önemlice bir bölümü kendilerini sadece "sol" olarak değil, hâlâ "sosyalist" diye de tanımlamakta ısrar ediyorlar.

Bu ısrara karşın sol liberaller tarafından demokrasiye ilişkin bütün devrimci ve Marksist eleştiriler geri çekildi. Bir kavram ve sistem olarak demokrasilerin sınıflar üstü olduğuna dair bir 'modern zamanlar efsanesi' üretildi. Demokrasi neredeyse insanlığın ulaştığı son toplumsal tecrübe ve en mükemmel rejim ilan edildi. Bu efsaneye göre artık "burjuva demokrasileri" yok, sadece "demokrasi" var.

Dolayısıyla demokrasilerin, sınıf eşitsizliklerini, sömürüyü ve adaletsizliği gizleyen, insanın doğasına aykırı kapitalist yıkıcılığın üstünü örten bir şal olduğu gerçeği unutturulmaya çalışılıyor. Oysa tarihsel bir kategori ve bir kavram olarak "demokrasiler" sosyalist teori ve terminolojide sınıfsal bir öze sahiptir.

Marksist politikanın çıkışında da demokrasi eleştirisi yatar. Sosyalistler, 150 yıl önce demokrasilerin sınıfsal eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri gizlediği ve bir "eşitlik" yanılsaması yarattığını belirterek, toplum için eşitlik, özgürlük ve adalet talep ettiler. Bu nedenle kurdukları ilk sosyalist ve işçi partilerinin isimleri "sosyal demokrat" sıfatını aldı. Sosyalistler toplum için eşitlikçi bir "demokrasi" talep ettiler ve kullandıkları kavramı egemen söylemden ayrıştırıp bağımsızlaştırdılar.

F. Engels, burjuva demokrasilerinin, borsalar ve piyasalar ile parlamentolar arasında kurulan dolaylı ilişkileri ve yarattıkları "eşitlik" yanılsaması nedeniyle sermaye sınıfının en güvenli egemenlik biçimi olduğunu belirtir. Bu anlamda demokrasiler, son çözümlemede birer burjuva diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Bilmem ki, burada "son çözümlemede" vurgusuna bir kez daha dikkat çekmeye gerek var mı?

Marksizm, modernitenin hem bir ürünü, hem de eleştirisi ve inkârıdır. Marksizm Aydınlanma düşüncesinin, sanayi devriminin, bilimsel ve teknolojik atılımların, siyasal ve toplumsal devrimlerin ilerici mirasına sahip çıkar. Başka bir anlatımla sosyalizm insanlığın bütün ilerici birikimini içererek aşar. Dolayısıyla burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki yüzyıllara yayılan sınıf mücadelelerinin bir ürünü olan "demokrasilerin" kazanımlarını da içerir. Tıpkı burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki uzlaşmanın bir sonucu olarak da ele alınabilecek ulus devletlerin kazanımları gibi... Örneğin hukuk önünde eşitlik, laisizm, yurttaşlık hakkı vb.

Ancak, Marksistler ve işçi sınıfı hareketi insanlığın ilerici mirasına sahip çıkarken eleştirilerini geri çekmez. Tam tersine bu birikime basarak, kapitalizme karşı devrimci eleştirilerini sürdürür.

Belirtmek gerekir ki pozitivizme, moderniteye ve nihayet kapitalizme karşı tarihte görülen en köklü, en yıkıcı ve onu aşma kapasitesine ve yeteneğine sahip yegâne bilimsel eleştiriyi Marksizm yöneltir. Marksist eleştiri, kategorik olarak devrimci, tarihsel olarak ise ilericidir. Bu yanıyla her türden post-modernist, liberal ve muhafazakâr eleştiriden köklü bir şekilde ayrılır. Oysa sol liberallerin de paylaştığı günümüzün moda liberal ve muhafazakâr eleştirisi ise tarihsel ve kategorik bakımdan gericidir. Şu günlerde bu farkı unutmamak ve "eşitlik" talebini her koşulda yükseltmek önem taşımaktadır.

Devrimci sosyalistler bilir ama, ben yine de hatırlatayım istedim.