Batum vakası ve liberal şirretlik

CHP Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Süheyl Batum’un 5 Şubat 2011 günü Zonguldak gezisi sırasında söylediği sözler günlerdir tartışılıyor. AKP hükümeti, yandaş medya, gerici ve liberal çevreler sanki uzun süredir aradıkları fırsatı bulduklarını düşünerek bütün güçleriyle Batum’a karşı saldırıya geçmiş durumdalar.

Batum’um partisi de bu saldırılar karşısında nedense hiç direnmedi.

Süheyl Batum, sözlerinden geri adım atmayacağını söylese de CHP’de parti içi kuralları yeterince bilmediğini, dolayısyla bu konuda acemi olduğu için hata yapabileceğini belirterek geri çekildi. Biz de öğrendik ki, CHP’de TSK’yı eleştirmek sadece genel başkanların yetkisindeymiş!

Süheyl Batum’un sözleri üzerinden başlayan tartışma, hem bu sözleri söyleyenden hem de sözlerin kendisinden daha önemli hale gelmiş durumda. Bu nedenle, okuduğunuz yazıda bu sözlerin üzerinden başlayan tartşmanın siyasal anlamını çözümlemeye çalışacağım.

***

Muhafazakar ve liberal güruh, Batum’un sözlerinden her nasılsa bir “darbe çağrısı” çıkardı. Batum’un sözlerine bakınca şaşırdım ya biz başka bir dilde okuyup yazıyoruz diye düşündüm, ya da bizim liberaller ve muhafazakarlar söylenen sözlerin arkasındaki zihniyeti okuma yeteneğine sahipler.

Ülkeyi ve toplumu olmayan bir darbe tehdidi ile AKP hükümetinin yedeğine almaya çalışan liberal ve muhafazakar elit, Batum’un sözleri üzerine “Bak inanmıyordunuz, gördünüz mü nasıl da darbe çağrısı yapıyor şu vesayetçiler” diye parmaklarını uzattılar. Buradaki “vesayetçiler” kavramı, solun önemli br kesmini de içine alacak genişlikte kullanılıyor.

Neredeyse 8 yıldır “Ya darbe ya damokrasi” diye sahte ikilemler üzerinden AKP iktidarına toplumsal ve tarihsel bir onay ve meşruiyet üretmeye çalışan liberal-muhafazakar güruh, bu nedenle bütün gücüyle Batum’un üzerine çullandı. Ortada her bakımdan komik bir manzara vardı.

Ergenekon soruşturmasında 2003-2004 yıllarında yapılacağı iddia edilen, ama yapılamayan bir darbe girişiminin söz konusu edildiğini biliyoruz. En azından hazırlanan iddianameler böyle söylüyor. Gelgelelim, neredeyse son 5 yıldır sanki yarın darbe olacakmış, böyle bir tehlike varmış, örneğin ilk fırsatta darbe yapmaya hazırlanan birileri söz konusuymuş gibi bir hava estirildi Türkiye’de. Güncel bir darbe tahdidi bulunduğu iddiasıyla insanlar korkutuldu. AKP-Cemaat kolisyonunun “demokrasi mücadelesi” verdiği konusunda toplum inandırılmaya çalışıldı.

Bu operasyon/projenin en kötü yanı da, Türkiye’nin tarihsel, siyasal ve entellektüel birikiminin hafife alınmasıydı. İnsanların akılları ve zekalarıyla alay ediliyordu. Daha da kötüsü solun salak yerine konulmasıydı. Çünkü devletin bütün ideolojik aygıtlarıyla, medya ve “sivil toplum” örgütlenmeleriyle pompalanan bu büyük yalana toplumun, aydınların ve solun önemli bir kesimini inandırdılar.

***

İktidarın ve medyanın bütün gücüyle yaratmaya çalıştığı siyasal iklime ve ikna çabalarına karşın insanların kafalarında yine de kuşkular vardı. Çünkü liberal-muhafazakar şirretlik öyle bir raddeye varmıştı ki, sanki Hrant Dink cinayetine Fethullahçı polis şefleri yol vermemiş ve BBP kökenli islamcı-faşistler bu saldırıyı gerçekleştirmemiş, cinayeti Türkan Saylan’ın ÇYDD üyeleri işlemişti. Hava adeta böyleydi. İşte bu havaya yaslanan polis ÇYDD’yi basıyor, burs alan çocukları fişliyor, bağış yapan yurttaşların listelerine el koyuyordu. Suçlama ilginçti “ÇYDD PKK’lı ailelerin çocuklarına burs veriyor.”

Yaratılan akıl tutulması öyle bir seviyeye ulaşmıştı ki, en başta “yetmez ama evetçi” olan, AKP’nin eteklerine tutunan bazı Kürt politikacıları ve aydınları olmak üzere, geniş bir solcu ve demokrat kesim bu akıl, mantık ve ahlak dışı suçlama karşısında bile sesini çıkarmadı.

DTP/BDP yöneticileri, temsil ettikleri değerlere küfür niteliğindeki bu suçlamaya bırakın karşı çıkmayı, kuşku duymayı ve soru sormayı bile beceremiyorlardı. Tam tersine, “Ergenekon sonuna kadar gitsin” diyerek, AKP-Cemaat koalisyonunun örtülü darbesine, gerici-faşizan polis devleti inşaasına nesnel olarak destek veriyorlardı.

Trajik olan şey ise, Hrant Dink’in katilleriyle onun bazı arkadaşlarının toplumu ikiye bölen politik gelişmeler karşısında (referendum gibi) aynı safta olmalarıydı. AKP’liler, BBP’liler, Saadet Parti’liler, Fethullahçılar, DSİP’liler, Murat Belgeler, Ahmet Altanlar, Ömer Laçinerler vb 12 Eylül 2010 referandumunda aynı saflardaydı.

***

Ancak, sahte belgeler, polisin düzmece dijital kanıtları, yoruma ve varsayıma dayalı suçlamalar, ideolojik suç oluşturma çabaları tek tek ortaya çıkmaya başlayınca, Ergenekon davası da çökme sürecine girdi. Bir merkez ya da karargahtan yönetildiği artık kesinleşen bu siyasal operasyonun, gerçekte bir karşı darbe olduğu yönündeki değerlendirmeler ağırlık kazandı.

Hrant Dink davasının seyri, bu cinayette Cemaatçi polislerin oynadığı rolün açığa çıkmaya başlaması Hanefi Avcı’nın yazdığı kitapla, “Emniyet’te ve Adliye’de koordinasyon halinde çalışan bir çetenin” bulunduğunu ihbar etmesi, Avcı’nın ve bu olaydan sonra kimsenin inanmadığı bir suçlamayla tutuklanması Ergenekon ve Balyoz gibi davaların inandırıcılığını büyük ölçüde yok etti.

Diğer taraftan Abdullah Öcalan’ın son iki avukat görüşmesinde de ısrarla Ergenekon konusunda “yanıldık” diye özeleştiri yapması önemli bir gelişmeydi. Silivri’de yargılananların Kontrgerilla yapılanması olmadığını belirten Öcalan, Silivri’de kendileriyle diyalog isteyenlerin yargılandığını söylüyordu. Bu çıkış belli bir kesimde havayı değiştirdi. Öcalan’ın başta Kürt siyasal hareketi olmak üzere kamuoyunu uyarmaya çalışması, özellikle Kürtler üzerinden siyaset yapan liberalleri iyice açmaza soktu.

Sabih Kanadoğlu’nun haksız/kanunsuz bir şekilde evinin polis tarafından basılması karşısında, “Canım o da 367 kaosunu yaratmıştı, biraz hukuksuzluk olur böyle işlerde, asıl amaç önemli” diye yazan “solcu” ve pek entellektüel Murat Belge, olup bitenler karşısında sessiz kalmayı seçiyordu.

İşta anayasa hukukçusu Sühel Batum’un sözleri tam da bu aşamada liberal-muhafazakar elitin imdadına yetişti. Fakat ortalıkta tam bir sefalet vardı. Çünkü Süheyl Batum’un sözlerinden “Bakın işte CHP, işte Ergenekoncular nasıl da darbe çağrısı yapıyorlar, demokrasiyi kurtaralım” çağrılarını yapacak bir sonuç çıkmıyordu.

***

Gelelim Batum’un konuşmasına Zonguldak’ta Ergenekon soruşturması ve operasyonlarındaki hukuksuzluklara dikkat çeken, insanların üç yıl tutuklu kaldıktan sonra ancak ifade verebildiklerini söyleyen Batum, partisi CHP’yi de sessiz kalmaması için uyarıyordu.

Anadolu Ajansı’nın 5 Şubat 2011 tarihinde geçtiği habere göre Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Zonguldak Şubesi'ni de ziyaret eden Batum, ciddi bir mücadelenin içerisinde olduklarını, herkesin birbirine destek vermesi gerektiğini belirterek, ''Koca bir askeri yıktılar, meğer kağıttan kaplanmış, biz bunu asker zannedermişiz. Meğer ABD içini oymuş. O koca ağacı hop diye yıktılar. Ancak CHP'yi yıkamadılar'' demişti.

Evet, üzerinde fırtınalar koparan sözler böyleydi. Bu sözlerin doğruluğu veya yanlışlığı, yerinde bir değerlendirme olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Ancak bu sözlerden bir darbe çağrısı çıkarmak için ya akıl ve mantığı bir yana bırakmak ya da liberal veya muhafazakar olmak lazımdır.

Başbakan Erdoğan hemen olayın üzerine atladı ve TSK’yı aslanlar gibi savunarak Batum hakkında suç duyurusunda bulundu. Hemen harekete geçen Zonguldak Savcılığı, Batum hakkında TCK 301. Maddeden soruşturma açtı. Bir de baktık ki, bu ülkede uydurma kanıtlarla Ergenekoncu diye askerleri tutuklamak, açığa almak, hapsetmek serbest ama, eleştirmek yasak!

Sonuç olarak Batum olayının ortaya çıkardığı iki gerçek olduğunu söyleyebiliriz:

Birincisi, AKP ve Erdoğan önümüzdeki genel seçimlerde bir kez daha sanki güncel bir darbe tehdidi varmış gibi propaganda yaparak toplumsal desteğini konumaya çalışacak. Üstelik bu iddialarını inandırıcı kılmak için bir dizi sansasyonel operasyon da yapabilirler.

İkincisi ise, CHP’deki Kemal Kılıçdaroğlu yönetiminin yeni düzeni benimsediğini ve bu düzenin muhalefeti olmaya hazırlandığının artık kesinleşmiş olmasıdır. Batum’un sözlerinin arkasında duramayan, kendi genel başkan yardımcısına yüksek sesle sahip çıkamayan partinin gerçek bir iktidar alternatifi olması mümkün değildir.