Yakamızdaki fotoğraflar

Kimi zaman bir kitabın kapağını açar açmaz kanatlanıverirler. Kimi zaman, geçmişin çoğunluk sevinçle biriktirdiğimiz “an”larını dondurup sakladığımız albümlerde rastlaşırız onlarla. Çantamızda bir şeyler aranırken nicedir sıkışıp kaldığı köşeden hiç umulmadık bir anda çıkar ve göz göze geldiğimiz de olur onlarla. Ya da not defterimizin arasından kayıverirler kucağımıza.

Onlar bizden önce göçenlerin suretleridir.

Yakamıza taktığımz.

Yakamıza toplu iğneyle iliştirilen o fotoğraf, kendi ölümümüzün de sureti gibidir bir gün başkalarının yakalarına takılacak olan.

Kimileri çocukluk arkadaşımızdır, artık dilimizden ıskarta edilmiş, ya da şöyle söyleyelim mekânsal karşılığı olmadığı için şimdilerde unutulmuş olan eskiden özel bir değer yüklediğimiz mahalle arkadaşı. Belki ölüm haberini de rastlantıyla duymuşuzudur uzun zamandır yollarımızın kesişmediği bu mahalle arkadaşımızın... Birlikte çıkılan çağla ağacını, bahçe duvarlarında yapılan şamatalı gevezelikleri ya da açıkhava sinemalarından çıkışta aynı mahalleden olmayanlarla yaptığımız taş savaşlarında şangur şungur kırılan pencere camlarını, karakollarda avuçlarımıza vurulan copları anımsatacak, ince bir sızıyla birlikte minik bir gülücük göndermemize vesile olacaktır kişisel tarihimize her nasılsa önümüze düşmüş olan iğne delikli o fotoğraf.

Ya da yaz sıcağında bir cezaevinden ötekine sevk nedeniyle bindirildiğiniz ring aracında ter içinde bunalırken, Kürtçe bir türkü olarak düşer o iğne delikli fotoğraf seni bir kez daha o eski dağdağlı kavga günlerine götürür. Şimdi artık bu dünyada olmayan O Kürt delikanlısının Diyarbakır zindanı çıkışında anlattığı “Atatürk’ün doğduğu ev” öyküsünü duymayan kalmamıştı yakın çevremizde. Çok dayak yemiş sırf inadından. O nefis Muş şivesiyle anlatırdı. Cezaevinin faşist yönetimi, maksat bunaltmak değil mi, Atatürk’ün çcukluk yıllarının anlatılması işine her nedense bunu uygun görmüş. Bu da kelimesi kelimesine ezberlemiş Atatürk’ün hayatının Harbiyeye kadar olan çocukluk faslını. Başlıyormuş bağıra çağıra anlatmaya. Ancak daha ilk cümlenin sonunuda evin rengi faslına gelindiğinde “beni bir gülme tuti, sorma Çerkes...” derdi. “Ev pembe biliyorum ama ben diyorum yeşil... Başliram Atatürk 1881 yılında Selanik’te üç katlı... Biliyorum oğlim pembe ama Kürt inadım tuti... Diyorum yeşil... Komutan kuduriy...” Çok dayak yemiş. Şimdi çok gerilerde kalan iğne delikli bir fotoğraftır o, kocaman güleç yüzlü bir fotoğraf..Aslı gibi sureti de delikanlı...

Yakamızdaki fotoğraflar…

Masamda bu yazıyı yazarken hemen önümde kumral genç bir suret iğne delikli: Doğum 1953, ölüm 1987... Bakıyorum, 78 ya da 79 olmalı Ankara Merkez Kapalı Cezaevi 4’üncü koğuş, şimdi hemen aklıma gelivedi herkes devrimci türküler söylerken bizimki sırtlamış idam sehpasını, aykırı şarkılar söylerdi Münir Nurettin Selçuk’tan. Sonra eklerdi: Bu da lazım olur ihvanlar!

Ölümle buluşmasının üstünden 25 yıl geçmiş… Yok, asılmadı. Tahliyesinden kısa bir sure sonra cezaevinde yakasına yapışan o illet hastalıktan kurtulamadı.

Şimdi düşünüyorum da geleceğinin haberini koğuş sayımından sonra akşam yemeği sırasında aldığımızı anımsıyorum. Koca koğuşu bir ucundan öteki ucuna kadar bir sevinç dalgası sarmalamıştı. Sabaha burada, koğuşta olacaktı. Önce komün başkanları kısa bir toplantı yaparak konuğun nasıl karşılanması gerktiğini karar altına almışlardı. Kararı koğuş başkanı büyük bir ciddiyetle Manifesto’dan bir cümleyi aktarır gibi açıklamıştı, herkes tertemiz traş olacaktı. Öpmek, kucaklamak yasaktı... Grip, nezle gibi bulaşıcılar: “gözünüzü severim uzak durun!”

Daha dün gibi, derler.

Değil, dün gibi değil... O kadar uzakta kaldı ki herşey, yakamdan çıkartıp albüme belli ki özenle yerleştirdiğim iğne delikli bu fotoğraf önüme düşünce aklıma üşüşenleri sıraya dizmekte güçlük çektim. Evet, tabii 78 ya da 79 olmalı… Sabahleyin kahvaltıdan hemen sonra koğuşa getirildiğinde hepimiz traşlı, askeri usul sıradaydık. Sıranın başında sonradan soğuk bir sonbahar gününde fotoğrafını yakama iğneleyeceğim aklımın ucundan bile geçmeyen, genç adam, yani genç baba duruyordu. Aynı davadan tutuklu eşi kadınlar koğuşunda bir haftalık anne olarak yatarken, bebek, sanırsın kraliyet ailesinin ilk ve son velahtı da tebasına yüzünü göstermek gibi bir âlicenaplıkta bulunuyor, öylesine vakur bir de çatık kaş ki sormayın! İşte bu net aklımda kalmış. Gardiyan bebeği bir adım öne çıkan babanın kucağına bırakmıştı. Düzeni bozma pahasına kafamı çıkarıp bakmıştım. İşte bunu net hatırlıyorum, baba ağlıyordu. Yani, şimdi sen sırtlan idam sehpasını tınma, sonra git bir bebeğin karşısında çözül!

Sonra mı?

Bebeği çok kısa bir süreliğne kucağında önümüzden geçirmiş hepimiz hayatımızda ilk kez bebek görmüş gibi sevinmiştik. O bizim bebek devrimcimizdi!

Yakamızdaki fotoğraflar…

Onlar bazen bir kitabın kapağını açar açmaz kanatlanıverirler… Bazen albümlerde bazen de çekmece köşelerinde...