Sürgün sonrası Çerkeslerin iskânı

“Osmanlı 21 Mayıs 1864 Çerkes sürgününe hangi saiklerle sınırlarını açmıştır, 1857’de çıkardığı tehcir kanunu nasıl okunmalı” sorusunu sorarak bir önceki yazıyı bitirmiştik. Bu, ikinci bölüm olsun. Devam ediyoruz. Osmanlı’nın 1857 tehcir (göç) kanunu ile vaat ettikleri sadece gerici Çarlık rejiminin zalimane baskılarıyla bunalan Kafkas halklarını hareketlendirmekle kalmamış, okyanus ötesini de kışkırtıp heveslendirmiştir. Temsil, Kemal H. Karpat’ın “Etnik Yapılanma ve Göçler” adını taşıyan kitabından Amerikalıların, toprak edinebildiği ve toprağı işlerken de himaye altına alınabildiği takdirde Osmanlı’ya, özellikle de Suriye ve Filistin’e yerleşmek isteyeceklerini pamuk ekiminin öncelikli olarak düşündüklerini öğreniyoruz. (s.155)

Devamında bir de şu soru var: “Beyaz tenli olmayan yerlileri mi yoksa diğerleri mi bu koşullardan yararlanacak?” Abdülaziz’in ünlü sadrazamı Fuat Paşa’nın yanıtını merak edenleriniz olabilir diye aynı sayfadan aktarıyorum: “İmparatorluk idaresinde renk ayrımcılığı yoktur...”

İskân kararnamesi Avrupa’da ve Amerika’da yoğun bir ilgi uyandırıyor. Birçok dile tercüme ediliyor. Verilen ilanlarla halka duyuruluyor. Tüm bunları Karpat’ın kitabından takip edebiliyoruz. Kararnameye göre devletin uhdesinde kayıtlı olan verimli toprakları bedava dağıtması, ayrıca göçmenlerin vergiden ve süreye bağlı olarak da olsa askerlikten muaf tutuyor olması sadece Avrupalı ya da Amerikalıları değil, Kafkas halklarını da kışkırtmış olmalı diye düşünmek aykırı sayılmamalı. Buna bir de “halife sultanın soluk alıp verdiği kutsal İslam ülkesi” faktörünü ekleyecek olursak 1850-60 yılları arasında Kafkasya’dan Osmanlı’ya olan nüfus hareketlenmesini “göç” olarak tanımlamak sakıncalı olmayacaktır.

21 Mayıs 1864 sonrasında ise Çerkeslerin trajedisi başlar. Sürgündür ve 1857 kararnamesinin cezbedici maddeleri bütünüyle hükümsüzdür. Arsen Avagyan, Ermeni araştırmacı ve akademisyendir. “Osmanlı İmparatorluğu ve Kemalist Türkiye’nin Devlet-İktidar Sisteminde Çerkesler” adını verdiği “tez” çalışması sonradan kitap haline getirilip basıldı. Şimdi aktaracaklarım bu kitaptan ve sürgün sonrasına dair gazete haberlerinden sadece bir tanesidir:

“(...) Novorossiiysk koyunda Dağlıların bende bıraktığı izlenimi hiçbir zaman unutamayacağım. Burada kıyıda yaklaşık 17 bin kişi toplanmıştı. Yılın bu geç, havanın bozuk ve soğuk zamanında yaşamlarını sürdürecek temel ihtiyaç maddelerinden bile mahrum olmaları, yayılan tifo ve çiçek salgını durumlarını iyice umutsuz kılıyordu... Paçavralar içinde yerde yatan bir Çerkes kadını... Çocuklarından biri ölmüş... Diğeri ölen annesinin memesini emmeye çalışıyor...” Devam ediyor gazete haberi: “Bütün bunlar dini fanatizmin ve Dağlıların, Osmanlı ajanlarının parlak renklerle tasvir ettikleri, onları Türkiye’de bekleyen geleceğe sarsılmaz inançlarının kaçınılmaz sonuçlarıydı...” Yorumda aşırılıklar görülebilse de benzer tanıklıklara başka kaynaklarda da karşılaşıyoruz. Şimdi hafif çekiniklikle de olsa şunu söylemek cesaretini gösteriyorum: Tifo, çiçek ve benzeri salgın hastalıklar nedeniyle çokça ölen Çerkesler, ölerek Osmanlının işini kolaylaştırsalar da tümüyle sorunu çözücü olamıyorlar. Zira sağ kalanlar var!

Osmanlı, sağ kalan Çerkeslerin iskânını bu tarihten sonra ağırlıklı olarak siyasi ve askeri hesaplar üzerinden yapıyor: Çerkesler öncelikli olarak Hıristiyan nüfusun yoğun olduğu yerlere yerleştirilerek Müslüman nüfusun güçlendirilmesi yoluna gidiliyor. Çerkeslerin Balkanlara ve Anadolu’da Ermeni nüfusun yoğun olduğu bölgelere yerleştirilmelerinin bu amaca yönelik olduğunu söylemenin ne sakıncası olabilir. “Sakıncasız” demişken, Osmanlı yönetimine karşı milliyetçi hareketlerin yükseldiği coğrafyaların da Çerkeslere uygun görüldüğünü yazmak durumundayım. Temsil Çarlığa karşı verdikleri mücadele ve duydukları nefret Müslüman Çerkeslerin hafızasında daha dün gibiyken, Çarlık tarafından desteklenen Slav halklarının yaşadığı isyan coğrafyası Balkanlar’a bıçak gibi saplanıp iskân edilmelerini neye yormalıyız?

Tarihe “93 Harbi” olarak geçmiştir 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı. Savaş iki cephede yapılmıştır. Balkanlar’da Tuna Cephesi, Doğu’da Kafkas Cephesi... Savaşın sonunda Osmanlı perişan vaziyette antlaşma imzalamak durumunda kalmıştır. Antlaşma maddelerinden biri öncelikle Çerkeslerin Balkanlar’dan ve Rusya’ya yakın sınır bölgelerinden daha ötelere göçürtülmelerine dairdir. Çerkesler için ikinci sürgünün başlaması demektir. Bu defa harita Ortadoğu olacaktır. Bu vesileyle Osmanlı hem antlaşmaya uymuş, hem de devamlı isyan halinde olan Bedevi ahalinin üstüne başka bir isyan kavmini sürerek bir taşla iki kuş vurmuştur. Hatta üç, zira 1900’ün başında inşa edilecek olan Hicaz Demiryolu Hattı’nın bekçiliğini de bu sürgün çocuklarına verecektir Sultan Abdülhamid.

Osmanlı’nın iskân siyasetinde gözettiği şu iki unsuru da ilave etmeme izin verin. Birincisi şu: Osmanlı elinin uzanamadığı, gücünün yetmediği, söz dinletemediği yerlere de bu savaşkan halkın evlatlarını yerleştirerek “asi” unsurları “hizaya” sokma yolunu gütmüştür. En büyük Çerkes yerleşim bölgelerinden biri olan Kayseri Uzunyayla bu türün örneğidir. Avşarları biliyoruz. Konar-göçer bir halktır. Padişah fermanının geçmediği “ihtilaflı” bir coğrafyadır Uzunyayla. Avşarlar yüzlerce yıldır buraları “yaylak” olarak kullanagelmiştir.
Sultan Abdülaziz’in “pehlivan aklıdır”, anası da Çerkes ya, Çerkesleri buraya, iyi atlar diyarına iskân ederek ihtilaflı bölgede hükmünü icra yolunu bulmuştur. Hikâye pek kısa ve sevimlidir:

Yaşlı bir Avşar kasabaya iner. Bir arzuhalciye yanaşır ve maruzatını yazdırır. Avşarın söyleyip arzuhalcinin yazdığı maruzat dilekçesi İstanbul’a Sultan’a gönderilir. Şöyle:
“Giydikleri deri, yedikleri darı... Gözleri göğ, benizleri sarı... El aman sultanım geri gönder onları...”

Bu tarif Çerkes’e dairdir.

İlavenin ikincisi de şudur: Çerkesler iskân edilirken sürgün dayanışmasının önünü almak için olsa gerek, olabildiğince dağınık olarak serpiştirilmiştir dört bir yana. Sorarlarsa “he” deyin, tıpkı nar taneleri gibi!