Osmanlı'da İslam ve sosyalizm tartışmaları (II)

İnanmış bir Hıristiyan idi Sava Paşa. Diğer inançlara da saygısı vardı. İsa’yı, Muhammed’i ve Abdülhamid’i severdi. Yazılanlardan anladığımız bu. Sonuncusunun saltanatı döneminde çeşitli yerlerde valiliklerde bulunduğunu, üniversitelerde ders verdiğini, Dışişleri bakanlığına kadar yükseldiği de bildiklerimizin arasında. Sosyalizm tartışmalarına katıldığını da biliyoruz. Fikirleri şöyle özetlenebilir: Sosyalizmin vaat ettikleri insanlığın hayrına olan şeyler ise ne kadar güzel, insanlığın hayrına olan her şey hem İslâm hem de Hıristiyan şeriatında var olduğu malumumuz olduğuna göre, şeriat daha da güzel. Bu hal ve durumda sosyalist olmanın hiçbir sakıncası yok.  Ancak bir de “had” sınırı çizilmeliydi. 

Çizdi:

“Devlet icraatının adalete, doğruluğa uygun olup olmadığı hususunda her tenkit, her mülahâza suç sayılmalı, cezalandırılmalı ve haddi bildirilmelidir.” Ha, bir de sosyalistler “hak” dağıtırken  adaletli olmalıydılar. Sava Paşa adil olanı  göstermek için  kutsal metindeki Tanrı buyruğunu  aktardı:  “Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya,Sezar’ın hakkını Sezar’a veriniz.” Sonra düşünmüş olmalı, buyrukta geçen  “Sezar”ı  yeterince açık bulmadı, onu da açtı:

 “Türkiye’de Sezar Padişahımız Efendimiz Hazretleridir,Zât-ı Şahanedir.Rusya’da Haşmetpenah Çar Hazretleri. Fransa’da,millet tarafından seçilen Devlet reisi sayın Cumhurbaşkanı.”

Tartışmacıların başka türleri de var. Bunların alana inmeleri Sava Paşa’dan sonra. Örnek olsun,emperyalist Hıristiyan devletlerinin temellerini sarsan sosyalizm fırtınasını, “dinsizin hakkından imansız gelir” edasıyla neşeyle izleyip,sınırdan geçmeme şartını parantezleyerek sosyalizme arka çıkanlar olduğu gibi; Avrupa devletlerini sosyalizm belasından kurtulabilmeleri için İslâm’a  sarılmaktan başka çarelerinin olmadığını ileri süren sarıklı müderris takımı da söz sırasına girmişti. Bunların temel görüşü gayet açık ve net, bunlara  göre sosyalizmi durduracak  olan tek kuvvet “Muhammed’in farz kıldığı zekât müessesedir. O da İslâm’da var olduğuna göre, sosyalizm felaketinden kurtulmak için “eey Avrupa buyurun kelime-i şehadete!”  

Yazık. Kelime-i şehadet getiren Osmanlı olur. Zira 1. Dünya Savaşı’ndan per perişan vaziyette çıkılmıştır. Mondros Mütarekesi’yle yatağa bağlanmış,parmağını oynatacak hali kalmamıştır Osmanlı’nın . De ki  ölüm döşeğinde… Tam o günlerde, sanki dalga geçer gibi, galibin kilisesi   Anglikan Kilisesi’nden, mağlubun din işlerini düzenleyen  Yüksek İslâm Şurası’nın önüne içerisinde cevaplandırılması ricasıyla dört soru bulunan  bir mektup gelir.  Yani,gerçekten de koyun can derdinde kasap et peşinde…Kilise,girişte, “maksadının İslâm dinin tanımak” olduğunu “zarif” bir şekilde belirttikten sonra sorularını  sıralar:

1. İslâm dini nedir, 2.Bu din fikre ve hayata neler veriyor, 3.Muhammed’in dini Zamanımızın çeşitli yaralarını nasıl iyileştiriyor, sıkıntılarını nasıl çözüyor, 4.Dünyayı daha iyi ve daha kötü şekilde değiştiren siyasi ve manevi güçler hakkında ne diyor…

Üçüncü soru konumuzu ilgilendiriyor. Cevabı Şura başkanı İsmail Hakkı İzmirli(ö.1946) veriyor. Bazı bölümlerini aktarıyorum:

“Avrupa medeniyetinin temeli büyük bir çoğunluğun yoksulluğuna karşılık azlığın zenginlik ve saadet kazanmasıdır…Avrupa medeniyetinin doğurduğu bu haller pek çok düşünürlerin düşüncelerini kurcalamış; bundan sosyalizm denilen sosyal bir meslek doğmuştur. Müşterek felaketler karşısında,işçiler arasında fikir birliği meydana gelmiş,bugünkü medeniyeti onarmak emeliyle komünizm denilen daha aşırı bir sosyal doktrin ortaya atılmıştır…Komünizm sosyal ayrılıkları kaldırarak mallarda ve kadınlarda ortaklık istiyor…”  

Küçük bir ara not için izin istiyorum: Kadının, İslâm’a göre menkul mallar sıralamasının hemen başında yer aldığı bir sır değil, ikincisi, bakmadım ama çek ya da beyaz eşya takımı  olmalı, iştirak-i emval (mallarda ortaklık) anlamında kullanılan  komünizmin  bu yanıyla taşınılabilir mallar sınıfına giren  kadını da kapsaması makul görünüyor. Ara not bu kadar. 

İsmail Hakkı Bey devam ediyor ve devamında Avrupa’nın başındaki hastalığa sosyalizmin ya da onun aşırısı olan komünizmin çare olamayacağını yazıyor. Kelime-i şehadet getirmek üzere  yatmakta olan Osmanlı, Paşasının ağzından güzel güzel tavsiyelerde bulunuyor:

“Şu halde,bir tek çözüm çaresi kalıyor ki o da İslâm dininin gösterdiği tedavi usulünü kabul etmek suretiyle ki, herhangi bir ilaca lüzum kalmayacak ve insan sosyetesi, içinde çırpındığı bütün tezatlardan kurtularak,saadete kavuşacaktır.” Bu kadar.

Bu kadar değil!

Bir de Ali Namık  var:

“…Tanrı adaleti! İnsan merhameti! Bu şeyler olmasa olmaz mı? Sefaleti kökünden kazımak mümkün mü? Sosyalistler ‘evet’ diye cevap veriyorlar. Bütün çıplaklığı ile meseleyi ortaya koymak, açlık insanın en korkunç düşmanıdır diye haykırmak şerefi onlara düşüyor…Semavi dinler kerem ve sadaka denilen devayı sundular.Yüzyıllar boyunca denenen tesirsiz bir deva.Devlet boşuna denedi,kişiler boşuna uyguladı.Kamu iyilikseverliği,metotla örgütlense de,belki sefaleti biraz azaltabilir. Fakat yoksulluğun kökünü asla kurutamaz…Sosyalistler meseleye Tanrı’yı karıştırmayıp sadece insan hakkından bahsediyorlar…Gerçek olan şu ki,bir azınlığın elindeki kapital insanlığı boyundurukta tutmak ve sömürmek için bir araçtır. Şu halde,bu azınlığın elinden kapital alınmalı ki,insanın insan tarafından sömürülmesi sona ersin…” Şimdi bu kadar.(Devam edecek)

 Not:1. Bu yazıda kaynak olarak Kerim Sadi ‘nin (A.Cerraholu) “Türkiye’de Sosyalizmin Tarihine Katkı (İletişim,1994) kitabı kullanılmıştır.2. Kerim Sadi kitabında Ali Namık (1885-1953) hakkında şu bilgileri verir: Başbakanlık ve Senato Başkanlığı da yapmış olan Küçük Sait Paşa’nın oğludur.İkinci Meşrutiyetle birlikte babası sadrazamlıktan uzaklaştırılınca kendisi de Devlet Şurasındaki görevinden açığa alınmıştır. Kerim Sadi’den öğrendiğimize göre genç denilebilecek bir yaşta inzivaya çekilerek kendisini tamamen okumaya vermiştir.Fransızca “Stanbul”gazetesinde makaleleri yayınlanmıştır. Fransız sosyalizminin,özellikle de Jaures’in etkisi altında kaldığı söylenir.3. Makaleleri, Ali “Namıc” adıyla Fransızca olarak “Verite, Justice,Bonte” (Hakikat,Adalet,İyilik) adlı bir kitapta toplanmış 1918 yılında  yayınlamıştır.

Ek: Sol tarihe dair çalışmalarda Ali Namık Bey’e hiç yer verilmemesi tuhaf bir durumdur.  Mete Tunçay sadece iki yerde dip not olarak ve Kerim Sadi’ye atıfta bulunarak adını anmaktadır. Bu ihmali  solun  tarihinin  1920’de başlatılmasına mı bağlamalı açıkçası bilemiyorum.