Kürt Özgürlükçüleri ve Şeyh Sait

“...Şeyh Sait, Vahdettin adına ortaya çıktı. Bu isyan aslında Kürt çıkarlarından çok, İngiliz politikası ve çıkarları doğrultusunda gelişti...”

Var olmak için canını dişine takmış bir halkın tarihe dönüp ayağını basacağı bir zemin ve övüneceği kimi figürler araması bizi şaşırtmamalı. Bu arayış sürecinde somut gerçeklere az çok bulaşmış nispeten tahammül edilebilir “anlatılar” ve “kahramanların” zaman geçtikçe anlatıcının becerilerine bağlı olarak yeni icatlar, eklemeler, çıkartmalar ve binbir çeşit renge boyamalarla masala ve masal kahramanlarına dönüştürüldüğüne çokça tanıklık etmişizdir.

“Şanlı bir geçmiş” ve bu geçmişe uygun figürler yaratma konusunda çok az ulus Türkler kadar becerikli olabilir! Bunca yıldır bellediklerimden biri buysa, diğeri bu “yaratım” sürecinde merkezi planlamaya dikkat edilmediğidir.

Biz Türklerin buna kulak asmaması nedeniyle ihtiyaç fazlası “şaşalı bir geçmiş” ve çok sayıda “kahraman” dolanıma girmiş, çocuklarımızda orta mektep sıralarında başlayan tarihten “gına” getirme hissi, üniversite çağlarında tam bir kayıtsızlığa dönüşmüştür.

***

Kürtler aynı tuhaflığa düşmek istemiyorlarsa geçmişe dair okumalarını daha özenli yapmalıdır derim. Sait’in birdenbire Kürt özgürlükçüsü olarak keşfedilip paylaşılamaz hale gelmesi de tam da sözün bu basamağında bana garip geliyor doğrusu.

Sait özgürlük savaşçısı değildir.

Bunun nedenine geçmeden işe yarayıp yaramayacağından pek de emin olmamakla birlikte kimi “hassasiyetlerden” gelebilecek eleştirileri savuşturabilmek için yazının girişine bir alıntı koydum. Bir nevi sigorta! Kısa olduğu için “cımbızlanmış” izlenimi verebilir ancak gerisi Mustafa Kemal övgüsü olduğu ve konunun dışına da taştığı için uzatmayıp, tadında olduğunu sandığım bir kertede bırakmayı tercih ettim.

Kısa olduğu için tekrarda niye sakıncası olsun: “...Şeyh Sait,Vahdettin adına ortaya çıktı..”

Bu sözler Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a aittir. (Gündem,4.9.2004)

***

Ayaklanmanın başladığı tarihin 13.2.1925 olduğunu biliyoruz. Ancak çok sık gözden kaçan bir şey var. O da şu: O tarihlerde genç cumhuriyet bugün de önemini koruyan, ister devrim ister reform deyin, köklü değişimler için alınması zor kararlar almış, adımlar atmış. 3.3.1924'te Hilafet kaldırılmış, Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilmiş, gericilik yuvası medreseler kapatılmış, dinsel mahkemeler kaldırılmış. Yani dini kurum ve kuruluşlar ya tümüyle kaldırılıp yasaklanmış ya da köşeye sıkıştırmış.

Sait’in ayaklanması dinci gericiliğin kolunun bacağının “budanmaya” başlandığı böyle tarihsel bir dönemde patlıyor ve kesinlikle rastlantı değil. Ayaklanmanın başladığı Bingöl’ün Piran köyüne gelip verdiği ilk vaazda merkezin aldığı kararlardan haberdar olduğu anlaşılıyor:

“Medreseler kapandı. Din okulları Milli Eğitime bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye, Peygamberimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün elimden gelse bizzat döğüşmeye başlar dinin yükselmesine gayret ederim.”

Sait, ”Vahdettin adına ortaya çıkıyor” ve genç cumhuriyete rengi sadece yeşil olan isyan bayrağını açıyor. Bayrağa ulusal rengi verecek olan Kürdistan İstiklal Komitesi üyeleri ve halk önderleri Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya ve Miralay (Albay) Cibranlı Halit daha kalkışma başlamadan tutuklanıp etisizleştirildiklerinden (Ekim 1924, bazı kaynaklar, Eylül) ayaklanma bunlarsız ve erken başlayarak tamamen Vahdettinleştiği gibi, başarı şansını da yitiriyor.

Sait’in muradı, Abdülhamid’in o yıllarda (1925) Beyrut’ta bulunan oğullarından Mehmet Selim’i Halifelik postuna oturtmaktır.

İnançlı ve inancı için ölenlerin cennetteki yerlerinin hazır olduğuna inananların Sait için endişe duymamaları gerekir. Cennetliktir. Kuşların bile çatısına konmaktan çekindiği İstiklal Mahkemesi salonunu adeta camiiye çevirip büyük bir sadelikle vaaz verir. İmamın şeriatten sapması halinde kıyamın vacip olduğunu, Kuran’ın yasakladığı cinayet, zina, içki türü edepsizliklerin artış gösterdiğini söyler ve ilave eder: “Bu durumda isyan haktır.”

Buradaki imamın Ankara olduğunu söylemeye gerek yok. “İmam,” Sait ve arkadaşlarını asar.

İslamcıların, Sait’in cenazesini aramaları ve mevlit okutup gıyabında cenaze namazı kılmaları haklarıdır. Bunda bir tuhaflık da yoktur.

Tuhaflık namazda Kürt özgürlükçülerinin saf tutması da değil. Saf tutmak “sevaptır.” Ancak büyük gericilerden öteki Said’i, “Bediüzzaman”ı da yanına katıp mezarlarının peşine düşmeleri anlaşılır gibi değil. Bunu yapmaya aday yeterince gerici “bölgede” zaten var. Böyle değil de “bölgede”ki AKP gericiliği ile yarışmak için yapıyorlarsa, bu “hassasiyet” üzerinden onlarla yarışa girmek beyhudedir.

Bütün bunlar bir yana, Kürt Sait’i fazlaca güncele taşımanın bazı ciddi sakıncaları olduğunu da söylemeden edemeyeceğim.

“Uzun boylu, esmer tenli, narin yapılı ve yakışıklıydı... Giyimine özen gösteriyordu. Temiz ve şık giyiniyordu... İslamiyet’te kına ve erkeklerin göz altına sürme çekmesi, sünnettir. O da Kürt erkekleri arasında yaygın olan modaya uyarak, ağarmış sakalını kınalıyor, kirpiklerinin altına sürme çekiyordu.” (Ahmet Kahraman, Kürt İsyanları, s.62)

İnanmışlığına ve korkusuzluğuna hemen yukarıya aldığım tarifi de eklersek benim tanıdığım Türkler Sait’in yakasını bırakmaz. Her an adamcağızı Orta Anadolu’lu halis Türkoğlu Türk ilan edip Kürtleri elleri böğürlerinde kalacak şekilde bırakabilirler. Öğle bir soy ağacı önünüze koyarlar ki üç bin yıl önce kurulan halis muhlis Çin devleti “Hunk Tu Devleti” nin kurucusu Hunk Han’nın peşine bile düşmek durumunda kalırsınız atamız diyerek!

Çünkü Türklerin “şanlı bir geçmiş” ve buna uygun figürler yaratmanın ötesinde işlerine gelenleri “Türk” yapmak gibi müthiş bir doğal yetenekleri de vardır... Hiç değilse bu gözetilerek Sait’e aşırı payeler verip övgüler düzmekten ve aslı astarı olmayan “misyonlar” yüklemekten yol yakınken vazgeçelim.

Türklerin kahramanlara olan ihtiyaçları hiç bitmez çünkü. İştahlarını kabartmayın.

Sonra, vallaha diyorum Kürt Sait’i “Türk” yaptıkları gibi onu modernitenin şık bir temsilcisine dönüştürebilirler. İlave edecekleri tek şey asılmasının talihsizlik olduğudur... Söylemedi demeyin!