Kenar Notları: Demirci Mehmed Efe'nin hazinesine ne oldu? (2)

Bir önceki yazıda ortalığı karıştıranın Isparta Milletvekili Nadir Bey olduğuna işaret etmiştim. Meclisin 23 Şubat 1922 günlü gizli oturumunda ne diyordu Nadir Bey:

“…Esasen Efe’nin evinde ne olmaz. O zamanın bir hükümdarı. Bunları yağma etmişler. Mevcut altınları ve banknotları, miktarını bilmiyorum. Yalnız işittiğimizi söylüyorum (…) Benim tahminime göre yüz bin liradan aşağı olmamak lazım gelir (…) Benim arabama yüklenen para nereye gitti ise gitti… Refet Paşa götürdü. Nereye götürdüğünü bilmiyorum.”

Nadir Bey “yüz bin” diyor ama, dört yıl sonra, 1926’da, Mustafa Kemal Paşa’ya suikast davasından yargılanıp asılacak olan Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit Bey pek oralı değil; kulağına daha önce gelenler mi var ya da uyduruyor mu bilemiyoruz, uydurukçuluğa ortak olmaktan çekinerek aktarıyorum:

“Efendiler 400 ve 500 bin liranın gittiğine dair bu kürsüden söyleniyor… Hükümet namına izahat verilsin. (Gizli Celse Zabıtları, cilt:2, s,866)  

Burada ortalıkta lafzı edilen paraların değerinin hangi anlama geldiğine dair bir fikir edinmek isteyenler için küçük bir not düşmeme izin verin: 1920 yılı bütçesinde bazı bakanlıklara ayrılan pay şöyle ve Alptekin Müderrisoğlu’nun “Kurtuluş Savaşının Mali Kaynakları” adlı kitabından aktarıyorum: Maarif Vekâleti: 577.061 lira, Hariciye Vekâleti: 303.748 lira, Nafia (Bayındırlık) Vekâleti: 620.396 lira… Bir de Büyük Millet Meclisi Riyaset’ne ayrılan pay var ki onu hiç sormayın: 18.375 lira…(Türk Tarih Kurumu Basımevi Ank.1990, s.330)

Yani aradan bunca yıl geçmiş paranın peşine düşecek halimiz yok ama sanki Nadir Bey feveran etmekte haksız değilmiş gibi. Yağdan, baldan; halıdan, kilimden; altından,ziynetten geçtik, Efe’nin evinden kaldırılan para, hadi Ziya Hurşit doğuştan muhalif huysuzun biri  “pire”yi deve yapıyor desek bile, sözü edilen “pire”, bakanlıkların nasiplerine düşen paylara bakarak yazıyorum, düpedüz devemsiymiş gibi geliyor.

Nadir Bey’in konuşması esnasında mecliste bulunmayan Refet Paşa, iki gün sonra yapılan 25 Şubat 1922 tarihli oturumda küsüye çıkar. İlkin tutanakları okuma imkanı bulamadığından Nadir Bey’den sözlerini tekrar etmesini ister. Nadir Bey, paşa apoletinden korkacak türden değildir. Oturduğu yerden şöyle yekinerek, sözlerini üç aşağı beş yukarı tekrar ettiği gibi o anda mecliste bulunan hazırunu da önceki sözlerine tanık gösterir. Tekraren söyledikleri içinde en çok vurgu “yüz” vurgusuna yapılandır.  

Eh, böyle olunca, Refet Paşa girişi “otuz”la açar:

“…Demirci’nin parası denildiği zaman, bunun miktarı otuz bin liradır. Demirci’nin parası arkadaşlar otuz bin lira aynen kendisine iade edilmiştir. Çünkü ben Demirci’nin parasını kendisine vermemiş olsaydım. Çok fena bir şey olurdu. Hükümete çok pahalıya mal olurdu ve aynı zamanda millete de çok ağır gelirdi. Ondan sonra Demirci'nin parasını neden gasp edecekim. (…) Demirci’ye aksi muamele yapılmış olsaydı memleketin başına bela kesilirdi. Bizi hiç olmazsa birkaç ay uğraştırır ve belki bize çok pahalıya mal olurdu. Arkadaşlar bu mesele hakkındaki maruzatım bundan ibarettir. (MGZ, 25.2.1922 günlü oturum, c.2, s,882)

Refet Paşa’nın konuşmasını nasıl buldunuz?

Daha doğrusu bundan ne anladınız? Sizi bilmem ama benim anladığım, aldığı “yüz” değil “otuz”. Ayrıca o “otuz”u da sonradan memleketin başına bela kesilmesi diye iade etmiş Demirci Mehmed’e!.

Ne ki Nadir Bey “pes” edecek türden değildir. Bu defa oturduğu yerden değil, kürsüye çıkarak  Refet Paşa’nın asap sistemini bozacak zıddına bir yol tutturur.  

“Arkadaşlar, Refet Paşa Hazretlerinin Demirci Efe’nin ne suretle tenkil edildiğine ve memleketimizi nasıl kurtardığına dair beyanatı doğrudur. Memleketimiz bundan dolayı kendisine medyunu şükrandır. Bunu kabul ediyorum. Lakin miktarını beyan bulundukları Demirci Mehmed Efe’nin parasının onda biri değildir. Çünkü Demirci Mehmed Efe…”

Tutanaklara “ayak patırtıları” ve “sıra kapaklarına vurmalar” elbette yansımıyor ama stenograflar bu türden protestoların olduğunu tutanaklara kaydediyorlar ve biz de Refet Paşa’nın pek  yalnız bırakılmadığını öğrenmiş oluyoruz.

Nadir Bey devam ediyor: “Silsilei kelamımı kesmeyiniz rica ederim. Söyleyeyim, ondan sonra itiraz edersiniz. Malumu aliniz, bu adam şekavetten gelmiş bir adam. Bu tabii kasasına parasını koymaz. Başka suretle ihtifaya (gizlemek) mecburdur. Esasen Paşa Hazretlerinin Isparta’ya geldiğinde kasada mevcut olan parasını bu suretle tadat (saymak) etmiş. Almış. Buna karşı bir şey demedim... Fakat Demirci Mehmed’in Nazilli’den, Denizli’den getirdiği servetinden başka sonradan Umum Kuvayi tenkiliye kumandanı Eğridir’e, Karaağaç’a, Manavgat’a kadar gittiği zaman aldığı paranın mehmaemken (mümkün mertebe) yakın bir surette tahmin ediyorum. Her halde üç yüz bin liradan aşağı değildir.” (s.882)

Alın bakalım. Üç yüz bin, yüz binden çok fazla, Ziya Hurşit bey’in ileri sürdüğünden az eksiktir. Giderek artan ayak patırtıları arasında Kılıç Ali’nin, Gaziantep Milletvekili, Albay, gür sesi duyulur: “Niçin Refet Paşa Hazretlerini karıştırdınız? Namusu ile bu kadar oynamayınız.” (s.883)

Nadir Bey derdinin Refet Bey olmadığını kaybolan hazinenin peşinde olduğunu defaten tekrarlasa da sözü, patırtıların arasında boğulup kalır. Bu arada Kayseri Milletvekili Atıf Bey de boş durmaz ve “dün pek manidardı söyledikleriniz” diyerek Refet Paşa’yı kışkırtma yoluna gider.

Nadir Bey’in karşısındaki cephe genişlemiştir ama kürsüden indiremezler. Buna da cevap yetiştirir: “Manidar değildi efendim. Tetkikat yapılmamıştır. Ben Refet Paşaya bir isnadatta bulunmadım. Fakat hakikatte zayiat vardır. Demirci Mehmed’in servetinden zayiat vardır. Bu mevcudun dört beş misli fazla idi. Aransın tahkik olunsun dedim.” ( s.883)

Ee artık Refet Paşa’ya bir kez daha söz düşsün. Düşüyor. Kürsüye çıkıyor. Paşa bilindiği üzere kısacıktır. Ama bıyık uçları dik… Küçük şurada dursun, büyük dağları ben yarattım türündendir Refet Paşa. Sağ elini beline atar, ayak parmakları üstüne dikilip konuşmaya başlar:

“Arkadaşlar çok söyleyecek değilim. Zira Heyeti muhteremenizi fazla bir surette işgal etmekten hazer (çekinmek) ederim. Fakat Nadir Efendi'yi dinlediğim için bir iki söz söylemek hakkımdır. Arkadaşlar, ben bu yola işe başladığım gün, apoletlerimi omuzumdan atmıştım…” (s.885)

”Samsun"dan başlıyor; İngilizlerle tek başına mücadele… Sadece bir nefer… Karanlık gecelerde omzunda bir tüfek… Azim ve imanı var… Halfe düşman, nazır düşman, kumandan düşman, vekil düşman... Allah’tan bir kuvvet geliyor… İngilizlerin karşısına yalnız başına dikiliyor.” İngilizlerin karşısına yalnız başıma orada dikildim, kaldım ve Allah de muvaffak etti… Anadolu içerisinde İkinci Kolordu Kumandanı Miralay Refet Bey yerine askerlikten istifa etmiş, cebinde beş parası yok. Her yerden dost kovalar;düşman kovalar bir serseri halini aldım… Buradan geri koştum Sıvas’a yetiştim… Efendiler, yanımda bir yaver, bir çavuş, bir baston ve bir ben çıkmıştım… Konya’ya hakim oldum… Demircinin yanında tek başıma elimde bir tek silah olduğu halde her biri binlerce kan dökmüş zeybek içerisinde onların yanına gittim. Demirciye emir zabitliği yaptım. Kolordu kumandanı olan ben onun emir zabitliğine tenezzül ettim Mebusluk teklif ettiler kabul etmedim…Bakanlık kabul etmedim…” (885-886)

Hiç paradan söz etmiyor ve söz edenlere de gönül koyup sitem ediyor. Suçlanacağımı bilseydim “vesika imzalatırdım” diyerek hakikaten çok uzun olan nutkunu, zabıtlarda üç büyük boy sayfa noktalıyor.

Çok duygulu konuşuyor. Milletvekillerinin sık sık alkışlarla sözünü kestiğini tutanaklardan okuyabiliyoruz. Tutanaklarda yok ama muhtemelen yer yer hıçkırık sesleri de olmalı. Artık Nadir Bey’in de bu hissi konuşma karşısında mecali kalmıyor:

“Efendim, Demirci Mehmed Efe’nin yanındaki paraları Refet Paşa Hazretleri bilirler dedim. Yedi demedim. Burasını itiraf ediyorum. O mazluminin hukuku ne olacaktır. Tahkik edilsin diyorum. Memleketimiz sizden memnun,hayatını kurtardınız. Hiçbir suretle isnat etmedim. Böyle bir şey söylemedim efendim…” (s.886)

Refet Paşa uzatmıyor: “Benim için bu kâfidir…” (s.886)

Paşa, tatminkâr ancak yine de kırık bir kalple kürsüden inerken kendisini rahatlatan sözler Erzurum Milletvekili Nusrat Efendi’den geliyor:

“Müteessir olmayın. Millet sizin bu hakkınızı kıyamete kadar taşıyacaktır. Tarihi millide takı zaferde namı mübecceliniz (ulu, saygı gösterilmiş) yazılacaktır. Buna katiyetle emin olunuz efendim.” (s.886)

Peki böyle mi oluyor?

Olmuyor. Olmadığını Sabahattin Selek yazdı. Selek, “Anadolu İhtilali”ni yazarken Refet Bele ile bir görüşme yapıyor 1962’de. Refet Paşa kahramanlığını anlatırken, 1922’de zabıtlara geçen sözlerinin üstünü çiziyor, itiraf ediyor. Selek yazıyor:  

“Önce Demirci’nin üzerine yürüdüm. Bir sabah baskını yaptım. Kaldığı köye iki top savurdum, hemen kaçtı, kasasını ve kıymetli silahlarını ele geçirdim. Tam yüz bin lirası vardı. Sonra onu 10 kişilik maiyeti ile bir yerde ikamete memur ettim (…) Ayrıca geçimi için tahsisat ağladım. Tabii kendi parasından veriyordum. Sonra çocuklarına da baktım…” (Sabahattin Selek,Anadolu İhtilali, cilt:1, Kastaş Yayınları, 1987, s.150)

Bizim buralarda buna “şecaat arz ederken sirkatin söylemek” deniliyor…