Hangi Türkler?

HANGİ TÜRKLER?

“Biz Türk değiliz ki beyim... Biz İslamız, elhamdülillah... O senin dediklerin Haymana’da yaşar.”

Yakup Kadri’nin ünlü romanı “Yaban”da roman kahramanı Ahmet Celal’in "İnsan Türk olur da nasıl Kemal Paşa’dan yana olmaz?" sorusuna, Bekir Çavuş’un verdiği yanıtı aldım yukarıya...

Önceside var ve öncesinde Bekir Çavuş, Yunan’ın İzmir’e çıkmakla kalmayıp daha içerilere doğru yapmağa başladığı iştahlı yürüyüşüne “sağdan sataştılar,soldan sataştılar herife rahat vermediler. Buralara kadar gelmesine sebep oldular” diyerek Ege direnişçilerine bela okuyor: “Ne diyeyim bilmem ki, Allah sebep olanları...”

Kendi misak-ı milli’sini çiziyor Bekir Çavuş... Bekir Çavuş’un Misak-Milli'si yaşadığı köy... Tövbe sözümü geri aldım, evinin önündeki bostan çiti: “Bahçeme sokmam dinim hakkı için...”

1920 yılında Türk köylüsünün, kimileri için tatsız tuzsuz bir benzetme olacak ama hadi hepsi değil de çoğunluğu diyelim, Bekir Çavuş’tur.

Şimdi bunun bir yığın nedeni var. Ulus bilincinin olmaması, buna bağlı olarak “vatan” algısının yaşadığı köy ya da mezrayla sınırlı olması... Yüzlerce yıllık teb’a yaşantısında peygamber vekili olarak gördüğü Padişaha “ümmet psikolojisi” ile bağlılığı.. Ve hiç kuşkusuz 10 yıldır süregelen savaş yorgunluğu... Ve yine hiç kuşkusuz “kilo hesabı” yaşa, kütüğe bakılmaksızın askere alınıp bir daha geri dönemeyen çocukların, kardeşlerin, kocaların daha dün gibi olan trajik hatıraları... Bıkkınlık... Çeyrek asırdır bütün savaşlardan yıkık, yenik, bezgin çıkmış binlerce Bekir...

“Bekir, Yakup Kadri’nin köylü düşmanlığının ve sevgisizliğinin yarattığı bir masal kahramanıdır bu örneği sevmedik kabülümüz değildir” derseniz, İsmet Paşa’yı tanık olarak çağırmak zorunda kalırım. Hatıralarında İnönü Savaşları'nın ardından Bursa yolunda rastgeldiği kafile içindeki subayları yolun kenarına çekip onları uyardığını söyler: “İçinde bulunduğunuz vaziyeti bilesiniz. Padişah düşmanınızdır. Yedi düvel düşmanınızdır. Bana bakın, kimse işitmesin, millet düşmanınızdır..”

Batı Cephesi’ni örgütlemek için Bandırma’ya gelen hani “astragan kalpak, avcı pantolon, körüklü çizme, lagant tabanca, bıyıkları salkım saçak” öfkeli albay Bekir Sami(Günsav)’nin emir subayı Yüzbaşı Selehattin’in tanıklığı da notlarımın arasında ve bu notlara göre bölgenin terzilerine çok iş düşmüş o yaz. İzmir, Balıkesir, Bandırma havalisinde. Harıl harıl Yunan bayrağı dikmişler, işgale gelen Yunan askerlerini karşılamak için yollara düşen bizimkilere... Korkudan ya da gönüllü, ellerinde tuz ve ekmek ve mavi beyaz bayrak..

1920-1921 yıllarında Milli Savunma Bakanı Fevzi Çakmak’ın yakınmalarından biri hergün artarak devam eden asker kaçakları sorunuydu. Kimi zaman 100 kişilik bir birliğin geceden sabaha 10 ya da 15 adede düştüğünü söylerken, dertlenirmiş koca Paşa: “Yahu bari silahlarınızı ve asker urbalarınızı beraberinizde götürmeseniz a teresler!”

Peki ya Dersaadet... Vahidettin’in işgale karşı olan refleksi Bekir Çavuş’unkinden biraz daha hallice olduğunu belirleyip berkitmezsek haksızlık yapmış oluruz hazrete. Bu, Mondoros Mütarekesi(30/10/1918) öncesinde mütarekeyi imzalamaya giden Türk heyetine verdiği talimatta pek açık olarak görülür: “Hilafetin ve Saltanatın ve Osmanlı Hanedanın hukukunun korunmasını bütünüyle sağlayın...”

Hilafetin, Saltanatın, aynı anlama gelmek üzere Vahidettin’in bostanı, Bekir’inkinden büyükçe olduğu için, Misak-ı Milli'sinin de Bekir’inkinden daha bir hallice olması kuşkusuz ki doğal oluyor..

Bunu korumanın yolunun Yunanı ürkütmemekten geçtiğine inanıldığından “Yunanlılar İzmir’e geçici olarak gelmiştir elleşip Padişahın bostanını tehlikeye atanlar haindir!” yollu ordu talimatnamelerine Şeyhülislam fetvası ekleştirmek, direnmeye murad edenlerin de elini ayağını Allah’ın hükmüyle bağlama açısından farz oluyor..

İzin verin, fetvadan kısa bir bölüm: “Kuvayı Milliye adı altında çıkardıkları fitne ve fesatla, anayasaya aykırı olarak halktan zorla para toplamak,asker almak buınun aksine hareket edenlere işkence ve eziyet ederek şehirleri yakıp yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozanların tertipçisi oldukları iddiasıyla dava açılanlan(ların) idamlarına...”

O günlerin “güzide” İstanbul Türk basınından birkaç örnekleme yapmazsam çizmeye çalıştığım fotoğrafın fonu solgun kalacaktır. Kalmasın: “Mustafa Kemal ve hempaları Eskişehir’de karargah kurmuşlar(...) Bu çılgınca teşebbüsün acı sonu ne olacaktır?(...) Yunanistan’ın orduları var, cephanesi var. Sonuçta İngiltere gibi büyük bir yardımcısı var. Bizim serserilerin ise yoksunlukları her bakımdan yürekler acısı...” Bu sözler Ali Kemal’in..

Şunlar da Rıza Tevfik’e ait: “(...) Bu haydut çetelerine hadlerini bildirmek bir zaurettir. Bunlar cezalandırılmalı ve temizlenmelidir.Nitekim cezalandırılacak ve temizlenecektir..”

Şu da Refii Cevat Ulunay’dan oluyor: “Mustafa Kemal ve arkadaşları çapulculuğun tadını bir kez tatmışlardır. Bu lezzetten kendilerini artık mahrum bırakamazlar.”

Şimdi sorunlu olan cümleyi kuruyorum: “Bu ülkenin kurtuluşunu ve kuruluşunu birlikte yaptık birlikte ördük.”

Sahiden öyle mi?

***

Döneme ait bütün kaynaklar Enver, Talat, Cemal başta olmak üzere İttihatçıların öncü kadroları İstanbul’un işgaliyle birlikte başlayan baskılardan kurtulmak için ülkeyi terketmek zorunda kaldıklarında, geride bıraktıkları iki örgüte işaret eder. Bunlardan biri askeri bir örgüt olan yarı legal Teşkilat-ı Mahsusa diğeri İstanbul’da esnaf örgütlenmesi denilebilecek olan Karakol Cemiyet’dir.

Çok özetle Teşkilat’ı Mahsusa’nın savaştan yenilgiyle çıkılması halinde (1.Dünya Savaşı) Anadolu’da bir gerilla savaşı vermenin koşullarını hazırlamak için Enver Paşa’nın buyruğu ile Ege, Toroslar, Karadeniz başta olmak üzere çeşitli bölgelerde çok sayıda silah ve mühimmat depoladığı hemen bütün kaynaklarda belirtilmektedir. Örnek olsun Çerkes Ethem Bey Ege’de gerilla savaşını başlatırken bir dönem Teşkilat-Mahsusa’nın başkanlığını da yürüten Kuşçubaşı Eşref’in çifliğinde gizlenmiş olan silahlarla birliğini donatmıştır.

Karakol Cemiyeti ise 1919 yılından itibaren İstanbul’dan Ankara’ya adam ve silah kaçıran örgütün adıdır. Bütün bir savaş boyunca üstün fedakarlıklarla işgal altındaki İstanbul’da işgalci güçlerinin ve işbirlikçilerinin baskılarına rağmen faaliyetlerini yürütmüştür.

Sadece bunlar değil elbet. İttihatçı yönetimin ülkeyi terketmeden önce atadığı vali ve kaymakamlar ile ordu komutanları genç subaylar da Mondros Mütarekesi sonrasında yerlerini terketmiş değillerdir...

Anadolu’da bütün Müdafa-i Hukuk Cemiyet’leri İttihatçılar tarafından kurulmuş, Misak-ı Milli’yi kabül ve ilan eden son Osmanlı Mebusan Meclisi, Ankara 1. Meclis üyelerinin ezici bir çoğunluğu İttihatçılardan oluşmuştur.

Mustafa Kemal başta olmak üzere Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez, İsmet İnönü, Kazım Özlap, Kazım Orbay hemen aklıma geliveren isimler İttihatçı mektebinin askeri kanadının mezunlarıdır.

Kurtuluşun ve kuruluşun öncüsü olan siyasi ve askeri iradeyi merak edenlerin önüne çıkacak olan yol çatısındaki ok, İttihat ve Terakki’ye işaret eder. Bu çok açık..“Hangi Türkler” sorusunun yanıtı için Kurtuluşçuların tahsil gördükleri mektebe bakın derim ben..

Bu mektebin kapısında liberaliyle, eski solcusuyla, takkeli tekkeli dincisiyle oluşturulan koronun şimdilerde sabah, akşam küfür ettiği İttihat ve Terakki yazar!

“Hangi Türkler?” sorusunun yanıtını burada aramak gerekir. Bu mektebin çocuklarıyla Bekirleri, Ali Kemalleri,Vahidettinleri birlikte anmak en hafifinden ayıp olur!

Sıraya koyduk ya, haftaya “Hangi Kürtler?”