Fasıla-i Saltanat Dönemi’nde hamamda iyş-u nuş

Biri Timur. Biz “aksak” diyorduk. Öbürü Yıldırım Beyazıt, onlar “kör” diyorlardı. İki ceberut. Hani yüzleşip barışmak moda ya, tarih yazıcılarımız oturup anlaştılar, bundan böyle “iki büyük Türk Sultanı” denilmesini karar altına aldılar. Artık öyle diyoruz. İki Türk sultanı tarihler 1402’yi işaret ederken “Bu dünya ikimiz için küçük, birimize ancak yeter” diyerek Ankara yakınlarında Çubuk Ovası’nda savaşa tutuşmuşlardı. Beyazıt’ın yenilerek esir düşmesinden sonra, valla benim bunların çocuk sayısına aklım ermediği için, beş mi desem altı mı desem bilemiyorum ama dörtten aşağı olmadığı kesin geride bıraktığı erkek cinsinden dört çocuğu taht kavgasına girişir. Devlet nizamı berhava olurken Anadolu’nun ve Trakya’nın her cinsten halkı birbirine girer. İsa, Mehmet, Musa ve Süleyman kardeşlerin her birinin kendi “paralel yapılanmalarını” kurduğu bu kargaşa dönemine Fasıla-i Saltanat ya da Fetret Dönemi diyoruz.

1402’den 1413’e kadar on küsur yıl süren taht kavgasında ahali, “oh ne güzel, birbirlerini yiyorlar aileden tümüyle kurtuluyoruz” umuduna kendisini kaptırmışken maalesef, adı Mehmet olan öbür kardeşlerini ortadan kaldırarak hükümranlığını tesis etmiştir. Buna “Osmanlı’nın ikinci kuruluşu” adını verenler de var.

Cariyelerle “hamamda oynaşmak”, bilindiği gibi Osmanlı şehzadelerinin babalarından öğrendikleri bir yaşam kültürüdür. Bilemiyoruz ya da emin olun ben bilmiyorum, keyifli bulanlar da olabilir ama bir yandan “paralel yapılanma” tesis ederek bıçak sırtında taht kavgasına girişirken öte yandan her gün sarhoş vaziyette hamamda cariye kovalayıp oynaşacaksın işte bu olmaz. Büyük bir zafiyettir. İktidar mücadelesi verenlerin bu türden bir yaşam biçimini, peki tamam aile geleneğidir ama, en azından iktidar olana kadar bir yana bırakması gerekir diye düşünüyorum. Alın işte İsa ve Süleyman!

İsa ve Süleyman’ın omuzlarının başsız kalmasının nedenlerinden biri, bu aile geleneğine olan sadakatleridir. İlkin paralelci talihsiz İsa’nın, Eskişehir’de hamamda, ter atmak için henüz uzandığı göbek taşında, öteki paralelcilerden Çelebi Mehmed’in adamları tarafından yağlı urgan marifetiyle boğularak öldürüldüğünü okuyoruz kitaplardan. Buraya kadar tamam. Peki, kardeşi İsa’nın başına gelen feci durumdan ders alması gereken Süleyman Çelebi’ye ne demeli? Üstelik varıp İstanbul’a, kapanmışsın Bizans İmparatoru’nun ayaklarına. Yani hem paralelsin hem de dış odaklarla haşır neşirsin, taht kavgasına düştüğünü açıkça duyurmuşsun. Evet, İ. Hakkı Uzunçarşılı aynen şöyle yazıyor, daha doğrusu Rum tarihçi Dukas’tan aktarıyor: “Süleyman Çelebi (…) İstanbul’a girdi ve imparatorun ayaklarına kapanarak şu ricalarda bulundu: Ben senin oğlunum. Bundan sonra aramızda ne fitne ve fesat ne de skandal olacak. Yalnız ecdadımdan bana kalan yerler için beni Trakya’ya gönder dedi.” (Osmanlı Tarihi cilt: 1, s. 328, dip not.) Güzel, bu şaşırtıcı değil, biz buna Osmanlı ailesi diyoruz. Peki ama a benim sersem şehzadem iktidar için bunca rezilliği göze alırken ve keçeyi, suyu atıp ortalığa düşmüşken hiçbir önlem almadan neden hamama gidiyorsun? Bırak hamama gitmeyi, mahalle çeşmesinde eline yüzüne su çırparken bile önünü arkanı kollaman gerekirken sen tut hiçbir şey olmamış gibi, bu defa Edirne’de, bir düzine cariyeyle hamamın “soğukluk” tabir edilen bölmesinde dinlenceye çekil! Öyle yaparsan tarih böyle not düşer işte! Uzunçarşılı devam ediyor: “Çelebi Mehmed, biraderi Emir Süleyman’ın bu gafletini görüp Bursa’dayken basmak üzere acele o tarafa yürüdü (Edirne) Emir Süleyman bu haberi aldığı zaman hamamda iyş-u nuş âleminde idi…” (s.334). “İyş-u nuş”, içki ve eğlence anlamına geliyor. Tabi yoruluyor ve hafiften içi geçer gibi oluyor Süleyman’ın. Uzun sürmediği anlaşılıyor. “Mehmet geliyor” lafını duymasıyla da dal çıplak vaziyette kendisini dışarı atması bir oluyor. Lakin yakalanıyor.

İlginçtir, af dileyen Süleyman’ı Mehmet bağışlıyor, ama ah o hamamlar...

Uzunçarşılı devam ediyor yazıp anlatmaya ve bu defa Süleyman’nın başına bela olan öbür paralel, yani Çelebi Musa ortaya çıkıyor. Ve şöyle: “Musa Çelebi Edirne üzerine yürüdü. Süleyman hamamda idi.” (s.338)

Valla diyecek bir şey bulamıyorum. Ne diyeyim! Yine bir yolunu bulup bu defa dal çıplak değil, üstüne alelacele bir şeyler uydurup kaçıyor Süleyman. Maalesef yakalanıyor ve Mehmet’ten kurtardığı kellesini Musa’ya kaptırıyor. Musa’nın karındaşlık duygularının biraz zayıf olduğu anlaşılıyor. Ancak hürmetkâr... Süleyman’ı önce boğdurarak vefatını temin ediyor, sonra ağlayarak cesedini, babasının yanına gömülmek üzere Bursa’ya yolluyor. Kısa bir süre sonra bu defa Mehmet Çelebi, Musa’yı hamamda kıstırıyor. Yani olacak gibi değil ama ne yapalım ki böyle Musa kaçıyor lakin bataklık bir alanda kıstırılıyor. Önce kolu, sonra kafası budanarak vefatı sağlanıyor.

Yazılı bir kaynak gösteremiyorum ama yalan, ama doğru hem İsa’nın, hem Musa’nın hem de Süleyman’ın vefatları esnasında “Taht Mehmed’e ana sütü gibi helaldir, hâşa biz kim oluyoruz, işin içinde Bizans’ın parmağı aranmalıdır, bu Venedik Duka’sı karşısında Akça’nın değerini düşürmek için uydurulmuş bir yalandır” diye dövündüklerini öğreniyoruz ki buna ‘sözlü tarih’ deniyor. Bu arada paragrafa “ama yalan ama doğru” notuyla başladığımı hatırlatmama gücenmezsiniz sanırım!

Şimdi yaşanılanları, Fetret Dönemi’ne benzetenler var. Doğrudur. Benziyor bir çalım. Hatta şehzade Bilo’nun Yusufeli kırsalına çekildiğine dair haberi soL’da okuduğumda eni konu heyecanlanmıştım. Lâkin bir haftaya kalmadan saltanat arabasının içinden görüntü verince hayal kırıklığına uğradığımı itiraf etmeliyim. Bu arada hamam faslının henüz ortaya saçılmamasını önemli bir eksiklik olarak gördüğümü söylemeliyim. İçinden geçmekte olduğumuz şu günlerde, paralelcilerin karşı tarafın “İyş-u nuş” günlerine dair görüntüleri ortalığa saçıp bu eksikliği kapatacaklarını umut etmekteyim vesselam.