1925 Meclisinde tekke ve zaviye tartışmaları

Bazı sözler vardır ezberimizdedir. Tekrarını severiz. Bu da onlardan biri... Mustafa Kemal Paşa’ya aittir:

“Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, tarikatı medeniyettir. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kâfidir...” Bu sözleri, İnebolu’da, “Efendiler bu serpuşun adı şapkadır” diye başlayan ve bundan böyle başa bunu takılmasını öğütleyen nutkundan iki gün sonra, 30 Ağustos 1925 günü söyleyecektir. Küçük bir de not: İnebolu ve Kastamonu nutkunun, Mustafa Kemal’in kendisinden önce Ankara’ya ulaşmış olduğu kararnamenin henüz o gelmeden imzaya açılmış olmasından anlaşılmaktadır.

Mustafa Kemal Paşa 1 Eylül’de döndüğü Ankara’da iki gündür şapka aramaktan bitap düşmüş resmi erkan ve ahali tarafından törenle karşılanacaktır. Falih Rıfkı bu sahneyi pek şenlikli anlatacaktır kırk yıl sonra yazacağı Çankaya kitabında:

“(...) Mustafa Kemal o yolculuktan Ankara’ya şapkalı döndü. Şehir yakınlarında kendisini karşılamağa gidenlerden Yunus Nadi’nin şapkasını beğenerek kendisininki ile değiştirdi. İlk havadisi duyar duymaz başına şapka giyerek İstiklal Mahkemesi’ne geldiği için 'Vakit' muhabirini huzurundan kovan ve hapsettirmeğe kalkan rahmetli Afyon Milletvekili Ali Bey de şapka ile karşılayıcılar arasındaydı.” (1984, s.434)

1925 Meclisinde yapılan tartışmalara geçmeden önce Mustafa Kemal Paşa’yı bu kararları almaya zorlayan şartlara göz ucuyla da olsa bakmayı öneriyorum. Kısaca ve şöyle başlayabiliriz: Ankara, 1924’ün Mart başında halifeliğe son verip Osmanlı ailesini sürgüne yolladıktan kısa bir süre sonra, takip eden yılın Şubat’ında gerici bir isyanla karşı karşıya kaldı: Şeyh Sait İsyanı... İrticai bir isyandır. İsyanın millici kanadının temsilcisi olan Cibranlı Halit ve Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya’nın daha işin başında tutuklanmasından sonra hareketin başına geçen Şeyh Sait bir Nakşi şeyhidir. O tarihten itibaren isyan tamamen dinci gerici bir hüviyet kazanır. Sait, aşiret şeflerine yazdığı mektuplarla gayet açık cihat çağrısı yapar... Örneksiz olmaz. O halde izninizle:

“Kurulduğu günden beri din-i mübini Ahmedi’nin temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, Kuran’ın ahkâmına aykırı hareket ederek Allah ve Peygamberi inkâr ettikleri ve Halife-i İslam’ı sürdükleri için gayri meşru olan bu idarenin yıkılmasının bütün İslamlar üzerinde farz olduğu, Cumhuriyet’in başında bulunanların ve Cumhuriyete tabi olanların mal ve canlarının şeriat-ı garrayı Ahmediye’ye göre helal olduğu…” (M.Şerif Fırat, Doğu İlleri ve Varto Tarihi,Ank.1981,s.180)

Urfa Milli Aşireti reisine yazdıklarında ise ayrıntılara inilir: Dans eden kadınlar, içki, tiyatro, sinema, yüksek binalar, bina olunca elbette alenileşen zina... Ve Esselâmu aleyküm…

Biliyorum, pek çok Kürt kardeşim bana kızacak ama Şeyh Sait isyanı bir nakşi gerici tarikat ayaklanmasıdır. Hareketin “millici” yanını bütün gayretime rağmen göremedim. Bunu not olarak düşmek isterim.

Mustafa Kemal gericiliğin örgütlendiği tarikatların yasaklanmasını tekke ve zaviyelerin kapatılmasını ister. Bakanlar Kurulu kararı ile 2 Eylül 1925 tarihinde tekke ve zaviyeler kapatılır. Bakanlar Kurulu Kararını gerekçeleriyle halka anlatmak ve kanunun daha kapsamlı hale getirmek için Kasım ayı beklenecektir. Böylece Meclis tartışmaları da başlamış olur. Buna sevinmek gerekir zira bu aynı zamanda yazının başlığının açımlanması ve sadede gelmem anlamındadır:

Konya Milletvekili Refik (Koraltan) ve altı arkadaşı tarafından sunulan kanun teklifi daha önce alınan Bakanlar Kurulu Kararı kadar sadedir: “Tekke ve zaviyeler kapatılsın; tarikatların yanı sıra, şeyhlik, dervişlik, müritlik gibi sıfatlar yasaklansın.”

Kanun teklifi böyle ama tartışmalar orada kalmıyor işte! Refik Bey “şapka”yla başlıyor. Tabi ki “şapka” denilince de akla Nurettin gelecek. Nurettin dediğime bakmayın siz, Paşa’dır kendisi. Sakallı Nurettin Paşa. Mustafa Kemal’in hoşlanmadığı, hoşlanmak ne demek, nefreti duygular beslediği kişilerden biridir Nurettin Paşa. Nutuk’ta pek çok sayfa ayırmıştır O’nun için. Ben bunun nedenini Nurettin’in gericiliğinden çok, onun hiç kimseye övünç duyabileceği bir zafer bırakmamış olmasına bağlıyorum. Yahu hepsini anladık da bari Dumlupınar’ı Mustafa Kemal’e bıraksaydın dimi ama... Bırakmıyor... Bakar mısınız seçimler sırasında bastırmış olduğu propaganda kitapçığına: “Kütülamare’yi Kuşatan, Bağdat’ı Savunan; Yemen, Selmanpâk, Batı Anadolu, Afyon, Dumlupınar, İzmir Savaşlarında düşmanı yenen ve İzmir Fatihi…”   Nurettin Paşa budur.

Kanun teklifi kürsüden okunuyor. Ardından Refik Koraltan kürsüye geliyor. “Kanun teklifinin gerekçesini uzun uzun açıklayacak değilim, zaten yüce heyetiniz bunu biliyor...” dedikten sonra, belli ki gözleriyle salonu tarıyor... ”Nurettin Paşa’yı göremiyorum...” diyor, devam ediyor. Sadeleştirerek ve özetleyerek Türk Parlamento Tarihi Cilt 2’den aktarıyorum:

“Paşa, şapkayı bahane ederek ve kürsü dokunulmazlığından yararlanarak geçen oturumda yapacağını yaptı... Onun tahrikleriyle Sivas’da, Erzurum’da, şurada burada bazı masum insanlar kanuna karşı çıktı. Masum insanlar onun yüzünden suçlu durumuna düşüp mahkum oldular. Bazıları idam bile edildi... İşte buradan soruyorum: Paşa; tekkelerin, zaviyelerin, türbelerin kapatılmasına dair teklif ettiğim bu kanun senin irtica çağrıları yapman için şahane bir zemindir. Bundan yararlanma yolun niçin gitmiyorsunuz. Sizi ortalıkta göremiyorum…” (s.35)  

Refik Koraltan daha sözlerini bitirmişken Rize Milletvekili Ekrem Bey (Rize), Ekrem Rize deyince duracaksın. Fena bir Osmanlı düşmanı. O kadar öyle ki 1927’ de binalarda Osmanlı tuğra ve kitabelerin kazınıp kaldırılması için verilen kanun teklifinin öncülerinden olacak olan biri. “İrtica” denildiğinde başı dönen bir adam. Koraltan’ın sözlerine uzun bir “giriş” ile şu eklentiyi yapıyor. Bu defa sadeleştirip özetlemiyorum, aynen aktarıyorum:

“(...) Geçen defa Şapka Kanunu dimağımda çok fena bir tesir bıraktı. Çünkü sizin bir inkılâp meclisi olmanızda tereddüt ediyorum. Şimdiye kadar mebus olduktan sonra Mecliste yegane takrir vermek fırsatını Şapka Kanununda bulan Nurettin Paşa’yı burada sabırane dinlediniz. Arkadaşlar, eğer siz bir inkılap meclisi olsaydınız burada mali kanun münakaşa eder gibi onunla münakaşa etmeyecek, o adamı söyletmeyecek ve derhal içinizden kolundan tutarak atacaktınız ve sonrada mebusluktan çıkaracaktınız... Öyle durumlar vardır ki milletler münakaşa etmez. Muhakeme etmez. Yıldırımlar saçarak hükmünü verir...” (s.36)

Niye mi aktardım?

Gericiliğe karşı mücadelede tavizsiz, ikirciksiz, inatçı duruşa örnek vermemi istermişsiniz gibi geldi bana da, o nedenle aktardım!  

Geldik tekkelere...

Onu bunu bilmem, Nuri Bey olmasaydı büyücüler, falcılar, üfürükçüler keyif sürecekler; öte yandan Reşit Bey ağzını tutabilseydi muhtemelen bektaşilik ve dedelik kurumları ayakta kalabileceklerdi. Yani benim fikrim bu yönde!

İlkin Nuri Bey... Nuri Conker... Mustafa Kemal’in çocukluk arkadaşı, O’na “Kemal” diye hitap edebilen nadir kişilerden biri. Bir de sesi pek gür. Nasıl anlatmalı, 1930’da Serbest Fırka kurulduğunda, parti başkanı Fethi Bey İzmir’de seçim konuşması yaparken meydan o kadar büyük ve kalabalıkmış ki Fethi Okyar’ın söylediklerini ahali işitsin diye, Nuri Conker kelimesi kelimesine bağırarak tekrarlamış. Ve gayet net işitilirmiş... İşte bu Nuri bey’dir sözünü ettiğimiz. Kim bilir nasıl bir desibelle konuşmuş olmalı ki önerisi ikiletilmeden ve tartışılmadan kanun teklifine ilave edilmiş!

Şöyle:

“Efendim, tekkelerle zaviyelerin seddi hakkındaki kanunun birinci maddesinde bir noktanın unutulmuş olduğunu zannediyorum. Malumualiniz büyücüler, falcılar, üfürükçüler, elinde bir tabla, içinde otuz kırk şişe hacı yağı, kalemis yağı, diğer yağlar ve daha karınca duası, uğru abbas duası gibi şeyler satarlar, bunlar seyyar türbe halindedirler. Seyyar dervişler sokak sokak dolaşırlar. Hem halkı ızrar ederler ve hem de yanlış yola sevk ederler... Kendisini malûmat dar gibi göstererek bilmem köyden sekiz tane horoz, on tane delikli beyaz mecidiye alır ve sızdırırlar... Bunların takibi için en münasip şey yazdığım takririn bu kanuna ilave edilmesidir." (s.39)   

Ediliyor.

Sonra Reşit Bey... Kısa ve öz:

“(...) Buraya dedelik meselesini ilave etmelidir. Dedelik, şeyhlik ilga edilmelidir. Binaenaleyh bunu da teklif ederim."

Edilir.

Kanun, 13 Aralık 1341, (1925) tarihili Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girer. Girmesine girer de soru şu: şimdi halen yürürlükte mi?

Değil. Şimdi Camiler tekke... Mescitler zaviye... Partiler tarikat... Daha on beş gün oldu olmadı, Medyum Memiş devlet televizyonunda hırsızlığa karşı korunmak için uğru abbas; karşılıksız aşkı karşılıklıya çevirmek için  çevirgel duası okuyordu. İster inanın ister inanmayın, yeminle söylüyorum. Daha ne diyebilirim. Sizce yürürlükte mi?