Petrolde yağma

Kadir Sev'in “Petrolde yağma” başlıklı yazısı 17 Mayıs 2013 Cuma tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Özelleştirme serüveninin ilk büyük olayı petrolun en kârlı alanı olan dağıtım sektöründeki POAŞ’ın satılmasıdır. Dönemin Özelleştirme İdaresi Başkanı, “özelleştirmedeki kararlılığı test edecek proje” demiş, Petrol Ofisi Başkanı ise, “özelleştirmenin lokomotifi” olarak değerlendirmişti. Gelişmeler, her iki tanımlamanın da doğruluğunu gösterdi.

1998 yılında petrol fiyatlarının otomatik olarak artırılabileceği bir yöntem uygulanmaya başlandı, böylelikle satın alacak şirkete yüksek kâr güvencesi verildi. Tüketici fiyatları yüzde 107 toptan eşya fiyatları yüzde 86 dolar yüzde 91 oranında artmışken aynı dönemde petrol fiyatları yüzde 193 oranında arttı. Petrol, AB ülkelerinden yüzde 25 daha pahalıya satılır oldu.

Aynı yıl POAŞ özelleştirme idaresine devredildi ve 2000 yılında yüzde 51 hissesi 1 milyar 260 milyon dolara İş Bankası-Doğan Holding ortak girişimine satıldı. Alıcılar, ilk taksitin üçte ikisini POAŞ’ın kasasındaki 380 milyon dolar ile ödedi. Şirketin üç yıllık kârı, kalan 880 milyon doların ödenmesine yetti de arttı bile.

Bu arada başka gelişmeler de oldu. İş Bankası, kendine düşen payını, ödediği fiyat olan 560 milyon dolara Doğan grubuna devretti. Doğan grubu ise hiçbir şey yapmadan Avusturyalı bir şirket olan OMV grubuna 1 milyar avroya sattı ve bu ticaretten büyük kazanç sağladı.
Rafineri alanında iş yapan TÜPRAŞ ise 1990 yılında bugünkü adıyla Özelleştirme İdaresi’ne devredilmiş, 2000 yılında yüzde 34 hissesi 2 milyar 300 milyon dolara satılmıştı.

Avrupa’nın en büyük yedinci rafinerisi olan TÜPRAŞ, 2005 yılı öncesindeki beş yılda 2 milyar 200 milyon dolar kâr etmişti, yalnızca 2004 yılı kârı 460 milyon dolardı ve tek başına vergi gelirlerinin yüzde 20’sini sağlıyordu. TÜPRAŞ’ın yüzde 65 oranındaki payı 2004 yılında, 1 milyar 300 milyon dolara, bütün varlığı vergi cenneti Virgin adalarındaki bir posta kutusundan ibaret olduğu söylenen, Efremov Kautschuk adlı Rus-Tatar ortaklığına satıldı. Bu tutar, 2000 yılında yüzde 35 payın satılmasından elde edilen gelirin 1 milyar dolar altındaydı. Neyse ki bu satış yargıdan döndü. 2004 yılında yapılan ihalede TÜPRAŞ’ın yüzde 51 payı, Koç-Shell ortaklığına 4 milyar 140 milyon dolara satıldı. Petrol-İş Sendikası’nın satışın iptali için İdare Mahkemesi’nde yürüttüğü mücadele sonuç vermedi ve 2006 yılında satış kesinleşti.

Petrolün en kârlı alanları satıldıktan sonra, sıra sürecin en riskli bölümü olan arama ve çıkarma işi yapan ve TPAO’ya geldi. Petrol tekelleri arama riskini, pazarlamadan elde ettikleri kazancın bir bölümünü aktararak karşılıyorlar. Türkiye’de kazançlı alanlar satıldığı için bu olanak baştan yok edilmiş, yüksek riski kamu üslenmiş, kazanç tekellere bırakılmıştı.

1954-1983 yılları arasında bütün yetersizliklerine karşın yine de arama, sondaj, çıkarma, rafinaj ve pazarlama süreçlerinin bütüncül bir anlayışla planlanması ve yönetilmesine elverişli bir yasal çerçevenin varlığından söz edilebiliyordu. 1983 yılından sonra uygulanan “yapısal uyum programları” ile üretim zinciri koparıldı, bütünlük bozuldu.

Bugünlerde TBMM Genel Kurulu’nda 6326 sayılı Petrol Yasasındaki Değişiklik Yasa Tasarısı görüşülmeyi bekliyor. Petrol Yasası, 1954 yılında ABD tekellerinin isteklerini karşılayacak bir anlayışla çıkarıldığı için liberal bir özü vardı. Ama artık emperyalizmin bugünkü isteklerini karşılayamıyor. Çünkü kapitalizm, 60 yıldan bu yana epey yol aldı. Üstelik Ortadoğu’nun siyasi yapısı ve sınırları yeniden biçimlendiriliyor. Petrol Yasası’nın değiştirilmesiyle Türkiye, Ortadoğu’da öngörülen yeni düzene uyumlulaştırılacak.

TPAO’nun devlet adına arama ve sondaj yapma yetkisi kaldırılıyor, kamusal ayrıcalıkları tırpanlanıyor ve dünyanın dev şirketlerinin önüne fırlatılarak onlarla yarışması isteniyor. Dünya tekellerine ise ülke toprakları üzerinde, orman, milli park bile demeksizin sınırsız arama ve sondaj yapabilmeleri olanağı tanınıyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı ise TPAO’yu sermaye ile buluşturacağını, böylelikle ülkenin zenginleşeceğini söylüyor.

Ortadoğu ve Afrika’da topraklarından petrol çıkan hangi ülke halkı petrollerinin zenginliğinden yararlanabiliyor? Bu ülkelerin halkları yoksulluk ve sefalet içinde. Ortaçağ karanlığında yaşıyorlar. Yöneticileri, uluslararası tekellerin temsilcileri gibi görev yapıyor ve temel görevleri, halklarını hurafe ve sopalarla sindirmek.

Adı ülkesiyle birlikte anılan dünya ölçeğinde genelleşmiş tekelleri olmayan ülkelerde, sermaye sınıfına dayanılarak “ulusalcı” politikalar gütmek olanaksızdır. Çünkü çıkarları ülke kaynaklarını, başkalarına kaptırmamaktan geçen sermaye sınıfından yoksundurlar. Bu gerçeği Türkiye’de bolca görüyoruz: Özelleştirmelerden ihale kapan “yerli” şirketler, bir koşu gidip yabancı ortakla geliyorlar. Elbette ülkenin değil, tekellerin çıkarları önde geliyor.