Biyolojik ve toplumsal evrimi hesaba katmayan her şizofreni teorisi eksik kalacak. Her terim de... Tıpkı bu yakın zamanlı dergide, tartışmalarda olduğu gibi.

Şizofreniye şizofreni demesek şizofreni, şizofreni olmaktan çıkar mı?

Başlığın karmaşıklığının farkındayım. Şizofreni ile ilgili damgalanmaya katkıda bulunurum tedirginliğiyle ve biraz da içime tam sinmeden tercih ettim başlığı. Güncel bir tartışmayı gündeme getirmek için… 

Gündeme getirmek istedim çünkü bir süredir “şizofreni” terimi, tanısı tartışılıyor uluslararası psikiyatri camiasında. Tamamen kullanımdan kaldırılmasını savunanalar da var, yeni isim önerenler de var, terimin miadını henüz tam doldurmadığını düşünenler de var. Ve yakın zamanda dünyanın önde gelen “şizofreni” araştırmacıları, bu isimlendirme tartışmaları için görüşlerini ve yaşanan “hastalık “durumunun doğasına dair düşüncelerini yazdılar.1

Yazdılar, çünkü bazı insanlık halleri -ki bunların önemli bir bölümü “tıbbi” hastalıklardır: verem, diyabet, AIDS gibi- toplum tarafından yeniden ve yeniden damgalanır. Tekinsiz bir durumu, bir olguyu ya da kişiyi bu şekilde, yani damgalayarak, etrafını çizerek “zararsız” hale getirmeye çalışır toplum. Çalışır ama esas olarak karşılaştığı durumu anlayamaz; kendince zararsız hale getirmeye çalışır! Zararsız hale getirmeye çalışırken de zarar verir. 

Bunu fark etmez bile, yani toplumun yol açtığı zararı. Şizofreninin başına gelen tam da budur: damgalanma, dışlanma, fosforlu kalemle büyük bir daire içine alınma! En hafif tabiriyle “bir tuhaf” görülme!

Böylece çoğu kişi için yıkıcı sonuçları olan bir “hastalık” toplum tarafından da yeniden ve yeniden izole edilmiş olur. Sosyal olarak yalıtılır, uzaklaştırılır. Bu sosyal izolasyon için önceden büyük akıl hastaneleri gerekirmiş. Modern toplum tımarhaneyi gündelik hayatın içine taşımış.

Halbuki gaipten ses duyan ilk insan kimdi ki? Ve gaipten ses duyan ilk insanı garipseyen ilk insan kimdi ki?

Ya... Gaip ne zaman ortaya çıkmıştı ki?

İşte bunlar kaybolur bu izolasyon içinde. 

*

Ama adını modern zamanlara borçlu şizofreni. Yani yüzyıl öncesine. İlk kez 1911’de, Berlin’de, psikiyatrist Eugene Bleuer kullanmış terimi. Alman Psikiyatri Kongresi’nde... Tekil değil çoğul olarak yazmış. Yani “şizofreniler” demiş konuşmasının başlığına. Tesadüf değil, bilerek. Terimin birbirinden farklı, çeşit çeşit belirtileri, klinik tabloları tanımlamak için kullanılmasını düşünmüş. Anlamını ise Yunanca’dan almış: bölünmüş (schizo) ve zihin (phrenia) olarak.

Yine de hızlıca, öyle hemen kullanıma girmemiş şizofreni terimi. Alman psikiyatrisinin tüm psikiyatriyi peşinden sürüklediği 20. yüzyılın o erken döneminde çok da kabul görmemiş. Günümüzün çok bilinen isimleri, örneğin Alzheimer, Freud, Kraepelin, Jung; hepsi o dönemde yaşamış. Alman sermayesinin tüm toplumu değiştirdiği ve emperyalist rekabetin Avrupa’yı ve hatta dünyayı yıkımdan yıkıma (ve aynı zamanda da yeni fırsatlara) sürüklediği o yıllarda...

Terimin yerleşmesi için sınıf mücadelelerinin Avrupa’da büyük bir yıkımla durdurulması ve psikiyatrinin merkezinin ABD’ye kayması gerekmiş. Evet, emperyalist rekabet ve sermayenin devrim korkusu birçok şey gibi Avrupa psikiyatrisini de neredeyse yok olmanın eşiğine getirmiş. II. Dünya Savaşı tüm psikiyatrik tartışmaları bir süreliğine “gereksiz” kılmış.

Sonra Amerikan Psikiyatrisi ortaya çıkmış. Emperyalist sistemde bizzat ABD’nin temel güç olarak yükselişi gibi... Çok da işe yaramış bu yeni psikiyatri. Mesela yavaş yavaş “net” tanılar ortaya çıkmış. Bir kısmıyla piyasa için. Çünkü, piyasa kimin, neyi, ne için yaptığını bilmek istemiş. Sağlık için kime, kim için, ne ödeyeceğini kestirmek istemiş. 

Tanısal “netleşme” bir yanıyla da tam o dönemde yükselen biyolojik psikiyatri ve ilaç tedavileri için de gerekmiş. Şizofreni, depresyon gibi sorunlar ilaçlarla “tedavi” edilebilir durumlara dönüşmüş. Bu tedaviler büyük bir değişim anlamına da gelmiş.

*

Her değişim birbirine karşıt eğilimlerin çatışmasının, sürtüşmesinin yıllar süren gelgitlerinin bir sonucudur. Şizofreni terimi de esas olarak 1970’lerden sonra bir “hastalık” halini almış. Açık ve net olarak. Tek tek kriterler konmuş mesela: En az “altı ay sürmesi” gibi. Ve bu kriterler işe de yaramış. Hem hastalar için hem psikiyatristler için hem de sigorta kurumları için: 1970’ler boyunca toplum sağlığı piyasanın bir parçası olarak yeniden yapılanmış. Psikiyatri de...

Ama birileri de hep itiraz etmiş: şizofreni tanı kriterlerine sığmaz diye! 68 ya da 78 gibi, Avrupa’da yeniden yükselen sınıf mücadelesinin etkisiyle. Dönemin ve yöntemsizliğin cüretiyle fazla ileri gitmişler; şizofreniyi kökten sorgulamışlar ve hatta “böyle bir hastalık yoktur, asıl hasta olan toplumdur” demişler. Sonradan unutulsalar da o dönemde çok ses getirmişler. Tam da “ABD emperyalizmi çağının” psikiyatrisi yerleşirken. 

Sonuç... 

Sonuç piyasa galibiyeti ve hakimiyeti olmuş: 1980’de Amerikan Psikiyatri Birliği bugün tartışmaların merkezinde duran “şizofreni tanısını” ortaya çıkarmış. İlk yola çıkışında, Almanya’da – emperyalist rekabetin ve sınıf mücadelelerinin şiddetli günlerinde- heterojenliğe vurgu yapan terim, ABD hegemonyasının oturduğu ve sosyalizmin geri çekildiği bir dönemde artık homojen bir durumu tanımlar hale getirilmiş. 

Şimdi bu homojenlik ve terimin hastalar, araştırmalar ve son 40 yılda ortaya çıkan yeni bulgulara dair oluşturduğu kısıtlılıklar tartışılıyor. Hem de giderek daha yüksek sesle. Psikiyatri tanılarından şizofreninin kaldırılması bile gündeme getiriliyor.

Yukarıda bahsettiğim ve birçok önemli ismin görüşlerini yazdığı dergi özel sayısının editörleri şizofreni terimine dair yaşadıkları “bilimsel” sıkıntıyı şöyle anlatmışlar: “Şizofreni teriminin, doğası sorgulanmakta olan bir durum hakkındaki bir dizi gerçeği güncellemenin faydasını sınırlayacak ölçüde yıprandığını farkettik. Şizofreni ile tanımlanan durumun kendisinin doğasına ve yaşayabilirliğine doğrudan değinmek acil bir ihtiyaç ortaya çıktı.

Evet, bilimsel gelişmeler oldu. Evet, terimin kendisi de oldukça yıprandı; toplumsal anlamı bilimsel gerçeklerle uyuşmaz hale geldi. Ama, insan şizofreni terimi üzerinden yaşanan tartışmalar için neden şimdi diye sormadan da edemiyor. Acaba emperyalist sistemdeki hegemonya krizi kendisini şizofreni terimi tartışmalarında da yeniden üretti diyebiliriz miyiz ki?

*

“Şizofreni” ya da her nasıl adlandırırsak O, insan olmanın, biyolojik ve toplumsal evrimin bir parçası, bir “bedeli”. Homo Sapiens beyninin evrimsel gelişiminin bir özelliği; toplumsal yaşantıyı sağlayan dil, soyutlama gibi becerilerin bir çıktısı. Peki bir arıza mı? Evet, belki ama kime göre, neye göre? Örneğin günümüz araştırmaların çoğu şizofreniyi genetik bir kader gibi kabule ediyor: “150 birim genetik farklılık varsa” mutlaka ortaya çıkan bir durum olarak. 

Ama bu yaklaşımlarda unutulan çok temel bir özellik var: insan zihni ancak etkileşim içinde olduğu sosyal çevre, dil, kültür ve hatta tarih ile ortaya çıkıyor. Yani ortada sadece biyoloji yok. Genetik evet çok belirleyici ama genetik bile sosyal bir olgu değil mi? İnsan ancak içine doğduğu koşullara göre biçim almıyor mu? Annenizin gebelikteki vitamin depoları, babanızın yaşı, zorlu doğum, erken zorluklar, stres verici olaylar… İnsanın insan olması büyük bir serüven bir tarafıyla. Ve genler tek başlarına değil, sosyal çevre ile çok dinamik bir etkileşim içinde biyolojiyi oluşturuyorlar.

Yani “hastalık” genetiğini taşıyan bireyi bambaşka bir sosyal çevrede, bambaşka bir ailede, ülkede, tarihte yetiştirin bambaşka bir insan ortaya çıkar. Bambaşka bir “hastalık” ortaya çıkar. Hatta “hastalık” ortaya çıkmaz. Genlere rağmen! Örneğin günümüzde psikiyatristlerin çok iyi bildiği bir özellik vardır: Alınganlık, şüpheler gibi belirtilerinde alevlenme yaşayan şizofreni hastası başka bir sosyal ortama alındığında, örneğin hastaneye yatırıldığında belirtileri azalır, değişir. Hem de hızlıca. 

Bu kadar biyolojik bir durum için bu sosyal fark çok dikkat çekicidir. Tamam, bugün özellikle ilaçlar belirtiler üzerinde oldukça etkili. Yani gerçeği değerlendirmede ortaya çıkan uyumsuzlukları/dalgalanmaları ilaçlar azaltabiliyor. Bu çok önemli. Ama şizofreni demek aynı zamanda insan beyninin tüm özellikleri demek ve beyni/zihni tamamen değiştiren bir “ilaç tedavisi” yok. Olacak mı? Pek mümkün değil!

Tüm bu tartışmalarda psikiyatri halen ne yapıyor? İnsanlığı, insanın ne olduğunu ve ne olacağını anlamak yerine şizofreniyi (ya da yeni ismi her ne olursa onu) tedavi etmeye odaklanıyor. Belki de tam da bu nedenle beyhude biçimde. 

Hâl böyle olunca “şizofreni” ya da başka bir isimle tanımladığımız kavram az çok aynı sosyal durumu işaret etmeye devam edecek. Daha doğrusu toplumsal değişimin getirdiği yenilikler şizofreninin işaret ettiği yerin de değişmesini, sorgulanmasını getirecek. Damgalanma, izolasyon öyle azalacak. Yani şizofreniyi terimi değiştirmek değil toplumsal değişim/ilerleme sayesinde değişen toplumsal anlamlar özgürleştirecek. 

Tam da bu nedenle biyolojik ve toplumsal evrimi hesaba katmayan her şizofreni teorisi eksik kalacak. Her terim de... Tıpkı bu yakın zamanlı dergide, tartışmalarda olduğu gibi.