Tekrar edelim tıpkı 1970 yılının Haziran ayından öğrendiğimiz gibi: Gücümüz birliğimizden, birliğimiz gücümüzden gelir.

Sendika istatistiklerine dair

Bu hafta başında dijital ortamda Sendika Data isimli bir platform Türkiye emek hareketine katkıda bulunmak amacıyla düzenli “çalışma hayatı bültenleri” yayınlamaya başlayacaklarını duyurdu.1 Söz konusu bültende asıl olarak Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının 2013 yılından beri Ocak ve Temmuz aylarında yayınladığı işçi ve kamu  çalışanları sendikalarının sendikal örgütlülük verilerinin derlendiği istatistikler var. Sendika Data, bu istatistikleri daha anlaşılır kılmak ve sendikal örgütlere ilişkin biraz daha bilgilendirici içerik hazırlamak gibi bir görev üstlenmiş görünüyor.

Bu bülten önüme tam da 15-16 Haziran büyük işçi direnişinin yıldönümde düştü. Yani, bundan tam elli iki yıl önce sendikalaşma özgürlüklerine ve kolektif mücadele haklarına el koyan bir yasa tasarısına karşı Türkiye işçi sınıfının ülkeyi silkelediği o günlerin yıldönümüne.

Bu yıl da 15-16 Haziran 1970 günleri üzerine yazıldı çizildi, ve tam da olması gerektiği gibi çeşitli yerlerde Türkiye işçi sınıfı bugün de ayağa kalkarak, sokağa çıkarak mücadele kararlılığının hala sürdüğünü gösterdi.

Ben bu yazıda biraz da sözünü ettiğim güncel bülten vesilesiyle, nesnel gerçekler üzerinden bakmak istedim sendikal haklar gündemine.

Neydi 1970’te işçi sınıfının ayağa kalkışını tetikleyen olay? Dönemin Millet Meclisine gelen Sendikalar Kanunu ile Grev ve Lokavt Kanunu'nda değişiklik yapılması için hazırlanmış yasa tasarısı. 

Tasarıda, sendikaların ülke çapında faaliyet gösterebilmeleri için işkolunda üye sayı barajı; federasyon ve konfederasyonlar için ayrıca ek barajlar; konfederasyonların uluslararası temsiliyeti için yeterlilik koşulları; sendika kurmanın, sendika üyeliğinden ayrılmanın önüne engeller getirilmesi gibi maddeler vardı. CHP ve AP milletvekilleri elele verip, “güçlü sendikacılık” yaratmak bahanesiyle Türk-İş’i palazlandırıp dönemin ilerici ve devrimci sendikalarının konfederasyonu olan DİSK’i ortadan kaldırmaya niyetlenmişlerdi.

Olmadı, daha doğrusu, Türkiye işçi sınıfı ayağa kalktı ve oldurmadı. İki çatışmalı ayaklanma günü sonrası sıkıyönetim, gözaltılar, saldırılar, baskılar ardından direniş kazanıldı ve Şubat 1971’de Anayasa Mahkemesi tüm bu süreçte Cumhurbaşkanlığınca bile onaylanmış olan yasayı iptal etti.

İşçi sınıfının kolektif ve örgütlü mücadele araçlarından bir olan sendikalar açısından yasal düzenlemeler önemlidir. Ancak yasal haklar çerçevesinde mücadele etmenin, yasal hakların kendisi için mücadele etmenin de bir sınırı var. Sınıfsal çıkarlarla, siyasal mücadeleyle birleşmedikçe, içi boşalmış bir sendikal mücadelenin meşruiyetini, etkisini ve en önemlisi gücünü yitirmesi söz konusu olur. 

1970’lerde sendikal mücadele işçi sınıfının birliğinin ve gücünün simgesiydi. Niceliksel olarak da niteliksel olarak da öyleydi. Sendikal haklar için direnmek ekonomik çıkarların ötesinde sınıfsal ve siyasal bir meseleydi.

Gelelim bugüne. Sendika Data platformunun Bakanlık verilerinden derlediği verilere göre, işçi statüsünde çalışanlarda sendikalaşma oranı yüzde 14,32, kamu çalışanlarında ise yüzde 71,11. Aynı yerde 2013 yılından beri özellikle işçi sendikaları açısından bu oranlarda yüzde yüzü aşan bir artış olduğu söyleniyor. 

Peki ne gösteriyor bu rakamlar? Bir kere öncelikle şunu bilelim, 2013 yılı Türkiye’de sendikal örgütlenmenin izlediği seyri anlamak açısından çok da doğru bir tarih değil. Verilerin o yıl başlangıcıyla derlenmesinin sebebi, sendikal mücadele açısından bir hareketlenmenin başladığı yıl olması değil, sendikal örgütlenme ve toplu sözleşme, grev yasalarında 2013 yılında bir değişiklik yapılmış olması.

2013 yılında daha önce iki ayrı kanunla düzenlenen sendika, toplu pazarlık ve grev hakları tek bir kanunda toplanmış oldu. 6356 Sayılı “yeni” Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununda kendinden önceki döneme göre daha gelişkin bir haklar ve özgürlükler çerçevesi bulunmuyordu. AKP iktidarı sadece o dönem ülkedeki emek düşmanı çalışma rejiminde bir derleme toplama yapmış oldu. 

Detaylarına girmeyeceğim, ama özetle 2013 yılı düzenlemeleri Türkiye’de sendikal hak ve özgürlükler açısından işçi sınıfı lehine değerlendirilebilecek hemen hiçbir içerik taşımıyordu. Dolayısıyla ülkede sendikal alan verilerine bakarken 2013 yılını başlangıç almak da çok bir anlam taşımıyor.

Öte yandan 2000’lerin başından, yani AKP’li yılların başlangıcından bakarsak bambaşka bir nesnellikle karşılaşıyoruz. Şöyle açıklayayım: Türkiye’de 2003 yılında, özel sektörde sendikalaşma oranı, SGK verilerine göre, yüzde 57,5, 2009 yılında yüzde 60 sınırına dayanıyor. 

Sonra? Sonraki üç dört yıl için veri yok. Hop 2013 yılına geliyoruz, bir bakıyoruz Çalışma Sosyal Güvenlik Bakanlığı verileri açıklamasında sendikalaşma oranı yüzde 8.8’e düşmüş. AKP’nin “ileri demokrasisinin” marifetleri. Yani bugün için açıklanan yüzde 14 küsurluk oranı AKP’nin ilk yıllarındaki yüzde 55-60 seviyesi ile karşılaştırmak gerek, nitekim önemli bir düşüş var.

Diğer tarafta kamu çalışanları verilerinde bir başka hikaye var. 2002 yılında yüzde 48’lerde olan kamuda sendikalaşma oranı AKP iktidarı döneminde düzenli ivmeyle artıyor ve yüzde 70’leri geçiyor. Bugünlerde de yüzde 65 civarında.

Dünyada en yüksek sendikalaşma oranına sahip ülkeler yüzde 91 ile İzlanda ve yüzde 81 ile bizim ada Küba. Üçüncü dördüncü sıradaki Danimarka ve İsveç yüzde 65 üzerindeler, istatistiklere kalsa, arkalarında bizim kamu çalışanları. Gören kamu emekçilerinin örgütlü mücadelesi zaferden zafere koşuyor sanır!

İşler, hesaplar öyle değil tabi. Ülkelerin çalışma rejimleri açısından sendikalaşma oranı, ya da OECD, ILO gibi uluslararası örgütlerin dili ile “sendikal yoğunluk” (union density), o ülkede ücretli çalışan nüfusun toplamı içerisinde aktif sendikal üyeliğe sahip emekçilerin oranı olarak hesaplanır. İşçidir, memurdur, farklı statüde istihdam edilmiştir fark etmez. Bu yöntemle hesaplandığında, Türkiye, 2010 yılında yüzde 3’lere kadar düşerek Dünyada en düşük sendikal yoğunluğa sahip ülke oldu. 2022 Mayıs ayı itibariyle de yüzde 9.9 ile Nijerya Burkina Faso, Kenya gibi ülkelerle birlikte orta seviyelere yakınsamış durumda. Ha gayret…

Niceliksel olarak durum bu, peki niteliksel anlamda Türkiye’de 15-16 Haziran direnişinin elli iki yıl sonrasında var olan sendikalarda durum nasıl? İsterseniz önce yüzde 65’lerin üzerinde örgütlülük oranına ulaşmış kamu çalışanlarına bakalım. Dile kolay 2002 yılından beri yüzde yüzün üzerinde bir oranda artış gösteriyor kamuda sendika üyeliği. 

Örgütlenme ve toplu mücadele özgürlüğü konusuna gelince işte orası biraz karışık. Ne özgür irade ile sendika seçebilme, ne toplu sözleşmede söz hakkı, ne de grev ya da eylem hakları var kamu çalışanlarının. Anlayacağınız kamu sektöründeki sendikalar sarı sendika bile değil. İktidar kadrolarının sabitlenmesinin, amir memur ilişkilerinin baskıcılığının sendika adı ile tasdiklenmiş dayatmasıdır bu, başka birşey değil.

İşçi sendikalarına da bakalım. Güncel verilere göre, özel sektörde en yüksek sendikalaşma oranı genel hizmetler (belediyeler) işkolunda, en düşük ise inşaatta. Üye sayısı bakımından özel sektörde Türkiye’nin en büyük beş sendikası sırası ile: Hizmet-İş; Türk Metal; Öz-Sağlık- İş; Genel İş; Belediye-İş. Bu ilk beşin adını son altı yedi aydır yaşanan işçi direnişlerinden, genel eylemlerden, grevlerden, hak mücadelelerinden, sermayeye kafa tutan açıklamalardan, yoksulluğa, haksızlığa, soyguna talana karşı çıkanlardan hatırlayanınız var mı?

Tam tersine, direnişleri kıran, işçileri yarı yolda bırakan, mücadeleye sırtını dönen sendikalar olarak görmüşsünüzdür hemen hepsini, tanıdık geldiyse ondandır. Kamudakiler sarı sendika bile değil demiştim yukarıda, gücenmesinler ama işçi sendikalarının büyük çoğunluğu ise düpedüz sarılar, en hastalıklı, en solgun, en bir ayağı çukurda benizler kadar sarılar. 

Sarı sendika terimi, 1900’lerin başında Fransa’da sosyalizmi savunan kızıl sınıf sendikalarından farklarını vurgulamak için kendilerine “Fransa Sarılarının Ulusal Federasyonu” (Fédération nationale des Jaunes de France) ismini takan sendikal akımdan geliyor. “Sarılar” sınıf mücadelesini reddeden, emek sermaye iş birliğine inanan, grev ve çatışma karşıtı sendikacılığın öncüleriler. Bu akım Avrupa’da 20. Yüzyıl içerisinde hızla faşist korporatizm uygulamalarına dönüşüyor ve özellikle İtalya faşizminin önde gelen sendikal rejimlerine ismini veriyor. Onlarca yıl sonra yine aynı coğrafyada, 2018’de Fransa’da, bu kez kapitalizm karşıtı bir ayaklanmanın da yine “sarı” renk ile kodlanarak sembolleşmiş olması ise büyük ironi. 

Demem o ki, işçiler ve emekçiler açısından gerçek mücadele ne tek başına yasal düzenlemeler ile, ne de sayıca kalabalık olmakla oluyor. Sendikalara tabeladan, aidattan, yetkiden, masabaşı pazarlıktan çok daha fazlası gerekiyor.

O zaman gelin tekrar edelim tıpkı 1970 yılının Haziran ayından öğrendiğimiz gibi: Gücümüz birliğimizden, birliğimiz gücümüzden gelir.