Makaralarda gerçek bir hazine saklıydı; 'Resimdeki Gözyaşları'na varana kadar sayısız parçanın demoları vardı ve yayınlanmamış pek çok eser.

Cemaz-Ül-Evvel’in evveli ve ahiri

Doksanlı yılların başlarında Kalan Müzik’in yeni yeni prodüksiyona başladığı günlerde Gönül Plak’ın sahibi Sıtkı Avaz işi bırakmak üzereydi. Sıtkı Bey elindeki Cem Karaca’ları Kalan Müzik’e, repertuarı genişletme çabasında olan çarşının ateşli esnafı Hasan Saltık’a uygun görmüş, para kazanma hırsını ikinci plana iterek çarşıda geleceği olduğunu düşündüğü firmaya uygun koşullarda devretmişti. Elinde “Safinaz” albümünün yanı sıra bir de 45’lik vardı: bu albümden bir yıl önce 1977 yılında çıkan “1 Mayıs / Durduramayacaklar Halkın Coşkun Akan Selini”. Sıtkı Bey o 45’likle ilgili yargılanmış olduğu için resmi olarak devredemiyordu ama fiilen onu da Hasan’a vermişti. 

Ancak albümü basmadan evvel yapması gereken çok önemli bir işi bulunuyordu Hasan’ın. Karaca’yı arayıp, albümü devraldığını söyleyerek yeni basım için izni olup olmadığını soracaktı. Hasan, Cem Karaca’ya annesi Toto Hanım’ın Bakırköy’deki evinin telefonundan ulaşmıştı. Telefonun karşı ucundaki koca adam kulağındaki ahizeyle donup kalmıştı. Birkaç saniyelik bir suskunluk geçirmişti, yutkunma sesi telefonun diğer ucundan duyuluyordu.

Kekeleyerek: 

- “Ne, ne!!! Ne izni?”

Karaca zaten tüm hakları vermiş bulunduğunu söylemiş, konuyu pek anlayamadığı için bu nezaket karşısında sadece “elbette, memnuniyetle” demekle yetinmişti. Bu neyin izniydi? Adamcağız hayatında böyle bir şey ile hiç karşılaşmamıştı ki. Firma sahiplerinin işin başında bir kez para ödedikten sonra sanatçılarıyla işi biterdi, bildiği kadarıyla; şayet yeni bir albüm yapılmayacaksa...

***

Hasan “Safinaz” albümüne ait tüm görsel malzemenin dialarını da almışlardı ama ilk baskıyı farklı bir kapakla gerçekleştirmişti. Londra’da “Sefiller” müzikalini izlemiş, oradan aldığı bir kartpostalın üzerindeki grafiği uygulamışlar, ilk baskıların kapağını ondan yapmışlardı, ki sonraki baskılarda orijinal görsellere dönmüşlerdi. Kaset ve CD olarak basılan “Safinaz” albümü iyi satıyordu, Gönül Plak’a ödenenin üzerinde bir kazanç getirmiş, kâra geçmişti. Şirket para kazanınca “royalty” ödemek için bir kez daha aramıştı Hasan, Karaca’yı yaklaşık bir yıl sonra. 

- “Abi bende telifin var.” 

Ödenecek telifin neye istinaden olduğunu anlayamamıştı Karaca. Hasan konuyu telefonda baştan alarak anlatmak zorunda kalmıştı. 

- “Abi albüm maliyetini çıkardı, kâra geçti. Bu kardan senin de pay alman lazım” dediğinde Karaca: 

- “Ben hayatımda böyle bir şey ne duydum, ne de yaşadım. Telif bir kere ödenir ve ondan sonra sanatçının halini hatırını soran olmaz Hasan Bey. Ben hayatımda hiçbir albümün ikinci basımından para almadım. Böyle bir kanun mu var?” diyerek, konuyu Hasan’ın daha iyi izah etmesi için yüz yüze konuşmak istemişti. 

- “Allah Allah, bu neyin telifi yahu!!! Madem öyle sen bana gel de öyle anlat, vallahi ben hiçbir şey anlamadım bu işten.” 

***

Hasan, Karaca’nın Fransız konyağı sevdiğinin istihbaratını almıştı önceden, Napoleon. Koltuğunun altına en iyisinden bir de çikolata ile birlikte kıstırıp Bakırköy’ün yolunu tutmuştu ertesi gün. İçeri girince zaman tünelinde geçmişe yapılan bir yolculuğa çıktığını sanmıştı. Anne babasının eşyalarına hiç dokunulmamıştı, sanki onlar halen orada yaşıyorlardı. Aydınlıktan hoşlanmıyor, loş ışık altında oturuyor, perdeleri ise çok az aralıyordu. Yalnız yaşıyordu Karaca. Badanaya hasret duvarlar eski fotoğraflarla ve kitaplarla doluydu. Konyağı görünce elleriyle iki kahve hazırlamış, yanına çikolatayı açarak servise başlamıştı bile.

İçtikçe açılmış, açıldıkça içmişti. Anlatıyordu; Alevi, Ermeni, Türk, Azeri köklerini... O da istihbarata bulunmuş, Hasan’ın Rahmi Saltık’ın yeğeni olduğunu öğrenmişti. Hasan’da şeytan tüyü vardı, ama bu tüye pek ihtiyacı yoktu, zaten anlattıklarından dolayı Karaca daha ilk dakikadan itibaren Hasan’ı hem çok sevmiş, hem de sınırsız bir güven duymuştu: 

- “Madem öyle, bundan sonra albümlerimle ilgili her şeyi sen yap” demişti. 

***

Sıradaki buluşma yine Bakırköy’deki evde gerçekleşmişti. Karaca’nın Almanya dönüşü yanında getirdiği bantları incelemeye, oradan bir albüm çıkarmaya karar vermişlerdi. “Cemaz-Ül-Evvel’imizi yapalım” demişti Karaca. 

- “Affedersin abi, ne demek Cemaz-Ül-Evvel?”

- “Yahu millet best of, greatest hits, anılar falan gibi şeyler koyuyor ya, ben sevmiyorum o isimleri. Geçmişimizi toparlayalım bir albümle işte…”

Yalnız bu iş tek ziyarette bitecek gibi görünmüyordu. Hasan her defasında koltuğunun altına koca bir Napoleon konyak kıstırıyor; kafaları bulana kadar bant dinliyor, parça seçiyor, sohbet ediyorlardı. Güçlükle de olsa iyi kötü bir liste yapmışlardı derleme albüm için. Hasan ziyaretlerin birinde sabaha karşı çıkmıştı o evden, eli makara bantlarla dolu halde. Ertesi gün ilk işi bunları DAT’lara aktarmak olmuştu. Makaralarda gerçek bir hazine saklıydı; “Resimdeki Gözyaşları”na varana kadar sayısız parçanın demoları vardı ve yayınlanmamış pek çok eser.  

Karaca’nın evinde makara bant, kaset ve plaklar vardı ama cihazlar dökülüyordu, doğru dürüst dinleyemiyorlardı. Hasan bir sonraki ziyareti öncesinde Doğu Bank’a uğramış, bulduğu en güzel seti taksiye yüklemişti. Karaca’ya hediye etmek istiyordu bunu, hem de birlikte kayıtları bir güzel dinlemek. Ha! Sadece Doğu Bank değil, öncesinde bir free shop’tan Napoleon konyak temin etmeyi de ihmal etmemişti.

Son gece yapılacak derleme albümün listesi iyice netleşmişti. İş bitince, bir de kafayı bulunca mahkemelik “1 Mayıs” 45’liğinin hikayesini anlatmıştı Karaca. “Şarkının 1930’lu yıllarda Bertolt Brecht tarafından yazıldığını hâkime bir türlü anlatamadık” demişti. Hâkim önündeki zabıt katibine dönmüş:

- “Yaz Kızım! Bertolt Brecht adlı şahsın Alman Konsolosluğu vasıtasıyla mahkemeye getirtilmesine ve ifadesinin alınmasına karar verilmiştir.” 

***

Nihayetinde “Cemaz-Ül-Evvel” Karaca’nın yakın dostu karikatürist Haslet Soyöz’ün çizdiği bir kapakla kaset ve CD olarak çıkmıştı. Albüm çıktıktan sonra, o günlerde büyük ilgi gören Ağır Roman filminde kullanılan “Resimdeki Gözyaşları” parçasından dolayı Yavuz ve Emre Plak, Karaca’ya ihtarname göndermişlerdi. İmzaladığı sözleşmelere göre bu parçayı bir daha kullanma hakkı bulunmuyordu Karaca’nın ama Hasan devreye girerek hadiseyi tatlıya bağlamıştı. Karaca’nın çok kötü bir zamanıydı maddi, manevi. 

Aradan yıllar geçmiş, Hasan, Neşet Ertaş’ı sahiplenerek Türkiye’ye getirip Harbiye Açık Hava’da çaldırınca Ertaş repertuarını toparlamaya karar vermişti. Çoğunu toplamıştı ama ustanın ilk dönem kayıtları Yavuz Plak’taydı. O günlerde Deniz Erdem, Yavuz Plak’a ortak olmuştu. Hasan ile de iyi dostlardı, demişti ki:

- “Ya senin Neşet Ertaş’ta çok emeğin var, repertuarını da toparlıyorsun. Bizdekiler de sana yakışır, bunları verelim.” 

Çok büyük bir jestti bu, zira söz konusu olan şey 120 şarkıydı. Altında kalmazdı Hasan: 

- “Cem Karaca’lar da sizde, o zaman bendeki albümlerle 45’liği size vereyim” deyince, iki firma çarşı tarihinde muadili olmayan ve paranın geçmediği bir takasa imza atmışlardı.

Murat Beşer ([email protected])