Bu çöküşte sorumluluğu bulunanların sütten çıkmış ak kaşık tavırları takınmalarına da, kendilerine bu şekilde muamele edenlere de izin vermeyeceğiz.

ABD'deki Halk Bankası davası iç siyaseti etkileyebilir

Evindeki ayakkabı kutularında 4 milyon 500 bin dolara yakın para bulunan dönemin Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan'ı bu göreve atayan, rezalet ortaya çıkıp da Aslan gözaltına alınıp tahliye olduktan sonra hiçbir şey olmamış gibi bu kez, 40 gün sonra istifa etse de, Ziraat Bankası'na Yönetim Kurulu üyesi yapan kararların da, neredeyse on yıl Halkbank Yönetim Kurulu Başkanlığı görevinde tutulan Hasan Cebeci'nin atama kararının altında da Ali Babacan'ın imzası var. 

Bu iki isim önemli; zira "ABD‘yi dolandırmak amacıyla komplo kurmak, "Uluslararası Acil Ekonomik Güç Yasası'nı İran’a para transferleri yaparak ihlal etmek için komplo kurmak", "ABD bankalarını dolandırmak", "ABD bankacılık ve finans sistemini dolandırmak amacıyla komplo kurmak", "kara para aklamak", "kara para aklamak amacıyla komplo kurmak" suçlamalarıyla, 15 Ekim 2019 tarihinde 45 sayfalık iddianame ile ABD'de açılan davada, iddianameye göre, Halkbank yönetiminin (Süleyman Aslan ve Hasan Cebeci de dahil) bu suçları işlerken Türk hükümetinin üst düzey yetkilileri tarafından desteklendiği ve korunduğu da iddia ediliyor.

ABD'deki iddianamede yer alan, suçluları koruyup desteklediği ileri sürülen "Türk hükümetinin üst düzey yetkilileri" ifadesi kimi işaret ediyor bilmiyoruz ama iddialarına göre suçun işlendiği (6 Temmuz 2011 - 28 Ağustos 2014) tarihleri Erdoğan'ın son Başbakanlığına, Ali Babacan'ın Başbakan Yardımcılığına, Ahmet Davutoğlu'nun da Dışişleri Bakanlığına tekabül ediyor.

Dava halen açık ve ABD Başkanı Joe Biden, Damian Williams'ı davanın görüldüğü New York Güney Bölgesi Başsavcılığı’na aday gösterdi. Söz konusu işlemlerle ilgili iddialara göre İran’ın uluslararası piyasalarda petrol ve doğal gaz satışından elde ettiği gelirin 20 milyar doları bulduğu öne sürülüyor. 

Buraya kadar anlattıklarım kamuoyunca bilinse de konuyu hatırlatarak bu köşeye taşımamın nedeni, bankanın ABD'deki iddianameye dayalı yargılama sürecine ilişkin şimdiki Halkbank Genel Müdürü Osman Arslan'ın, Sözcü'den Erdoğan Süzer'in 26 Haziran tarihli haberine göre, bir KİT komisyonu (2021) toplantısında konuyla ilgili yöneltilmiş bir soruya verdiği yanıt:

"Halk Bankası yüzde 75 hissesi kamuya ait olan bir devlet kuruluşu. ABD'deki yabancı devlet yargı bağışıklığı yasasına göre yabancı devlet organları ABD'de yargılanamaz. Bu kapsamın dışına çıkılmasının istisnası ise ticaret yapılması. Halkbank da bu yasaya tabi. Biz ticaret yapmadık. İran'la yapılan işlemler Türkiye'nin enerji zorunluğundan kaynaklanan bir ihtiyaca binaen bu işin (enerji) finansmanıyla ilgili bir şeydir. Yani ticari saiklerle aranmış, bulunmuş bir işlem değildir. Burada gelir amaçlı yapılan bir yaklaşım söz konusu değildir. Biz banka olarak yapılan işlemin ticari olmadığını söyleyerek bunu üst mahkemeye taşıdık" demesi.

Bu, Halkbank ve Türkiye açısından felaketi çağıran bir mantıkla tasarlanmış bir savunma stratejisi ve çökmeye mahkum. Öyle ki, daha açılmamış 50'ye yakın iddianame eki zarfın içinde hangi suçlama delilleri ve hangi isimlerin yazılı olduğu bile hesaba katılmadan; ve bu meseleden dolayı yargılanarak 'ABD'nin İran'a yaptırımlarını delme' suçundan 32 ay ceza alan Hakan Atilla sanki hiç ceza almamış gibi, aynı kurgu üzerinden yürütüldüğü ortaya çıkan savunma duruşma başladığı anda çöp hükmünde olacaktır. Durum, Sayın Genel Müdür Arslan'ın ileri sürdüğü dayanaklardan açıkça görülüyor. 

Gerçek ise şu;

Süleyman Aslan'ın yerine atanan Genel Müdür Ali Fuat Taşkesenlioğlu, benim de katıldığım ve 11.5.2014 tarihli TBMM KİT Komisyonu tutanaklarından da kolaylıkla anlaşılacağı üzere, şimdiki TBMM Başkan Vekillerinden Haydar Akar'ın alt komisyon üyesi de olduğu toplantılarda, (Rıza Zarrab'ın şimdi ABD'de yargılanan işlemlerine yapılan aracılıktan doğan komisyon ücretlerinin neden düşük olduğuna ve bankanın bu nedenle zarar edip etmediğine dair) yazılı ve sözlü sorularına yanıt verirken, "Banka'nın, Zarrab'ın iş ve işlemlerinde, komisyon oranlarının indirilmesiyle zarar oluşmadığını, bunun müşteri ile yapılan bir anlaşmadan kaynaklandığını" anlatmış ve işlemlere ait yıllardaki komisyon gelirlerini de açıklamıştı. 

Konu daha ABD Başsavcılığı tarafından iddianameye dönüştürülmeden, TBMM KİT komisyonundaki Halk Bankası denetimleri sırasında, dönemin Yönetim Kurulu Başkanı Hasan Cebeci ve o dönemde Genel Müdür yapılan Ali Fuat Taşkesenlioğlu'na Sayıştay'ın, direkt İran'ı işaret etmese de, tarım yapılamayacak kadar kurak ülkelerden hububat alımı, bu işlemlerin gerçekleştiği nakliyelerde kullanılan araçlar ile taşındığı ileri sürülen yüklerin orantısızlığına dair belgeler ve gümrük/ nakliye işlemleri için aracılık eden şirketlerin;

TBMM'de tutanaklara geçtiği şekliyle, "AKP İstanbul Milletvekili Metin Külünk'ün gümrük ve nakliye işlemlerinde aracılığı var mıdır?" soruları "ticari sır" diyerek yanıtsız bırakılmasa, onun da adı bu dosya kapsamında tartışılmaz, bugün ABD'nin hukuki zeminde olsa da herkesin bildiği üzere aslında siyaseten şantaj vesilesi yapmak için açıp uzattığı dava belki hiç açılamazdı. Dışarıda "bu iş ticari değil" savunması yaparken içeride sorulan soruları "ticari sır" diyerek geçiştirmek, görüldüğü üzere dışarıdakileri de tatmin etmiyor.

Tüm bu yaşananlar ve Hakan Atilla'ya verilen 32 ay ceza ortadayken, Genel Müdür Osman Arslan'ın,  "ABD'nin en önemli, en iyi hukuk firmalarından birisiyle çalışıyoruz. Firmada, aralarında New York Barosu'na kayıtlı Türk arkadaşlarımız da var. Banka içinde yaklaşık 30 kişilik bir heyet kurduk, bu heyetin tamamen amacı bu davayı yürütmektir. Savcılıktan hâlâ bize verilmeyen deliller var, onları da istedik” diyerek hariçten gazel okumasının sebebi ya kendisini ya da bizi ikna etmeye çalışıyor olması olsa gerek ama, etkisi Ali Erbaş'ın imamlarının duaları kadar.

Durun komedi daha bitmedi!

Eğer New York'taki duruşma yapılacak olursa, bu iş ve işlemleri gerçekleştirdiği iddia edilen Halkbank yönetiminin atamalarının altında imzası olan dönemin Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ile yine dönemin Dışişleri bakanı olarak ABD'nin ambargosuna rağmen iş ve işlem yapılmasında siyasi sorumluluğu bulunan Ahmet Davutoğlu'nun da gizlenen 50'ye yakın zarftan isimlerinin çıkması kuvvetle muhtemel olabilir. 

Olabilir diyorum, zira iddianamede 'Türk yetkilisi' denilse tek kişiden bahsedildiğini anlardık ve onun kim olabileceğine ilişkin isim tahmininde bulunmak kolay olurdu! Ancak anlaşılıyor ki tek bir siyasi sorumlu tarif etmiyorlar ve en azından ikinci ve üçüncü sıraya yazılacaklar da şimdiden belli gibi.

En komiği ile bağlayalım; AKP'de bulundukları sırada yaşanan türlü soygun ve talandaki siyasi ve kişisel sorumlulukları ortadayken, bu isimlerin (Ali Babacan ile Ahmet Davutoğlu) parti kurarak ülkemizin geleceğini kendilerine bırakmamızı istemeleri mi daha komik, yoksa Millet İttifakı lider ve kadrolarının onları AKP'de görevde bulundukları dönemde başarılı bulmaları ve bunu utanmadan açıkça ifade etmeleri mi?

Sorunun cevabını 'her ikisi de' olarak verenler için hedef açık; bu çöküşte sorumluluğu bulunanların sütten çıkmış ak kaşık tavırları takınmalarına da, kendilerine bu şekilde muamele edenlere de izin vermeyeceğiz. 

İçinde bulunduğumuz karanlığı aydınlatabilmek adına, bu karanlıktan beslenen ve bu karanlığı besleyen tüm aktörleri değiştirmeliyiz.