Müzik festivallerine emekçilerin penceresinden bir bakış

Müzik festivallerini konu edinen iki yazı aslında uzun süredir ilgililerinin gündeminde olan bir tartışmayı alevlendirdi. Doğruya doğru: 90'ların müzisyen, müzik piyasasında eli kolu uzun, organizatör 'ağabeyleri' önce küçük patroncuklara, onlar da suyun başını tutan patronlara dönüşmüş durumda bugün. Üstelik bu patronların ayakları altında ezilenler sadece müzisyenler değil.

Ulaş Özer

Geçtiğimiz günlerde, Türkiye'deki müzik festivallerini konu edinen iki yazı, uzun süredir devam eden tartışmayı yeniden alevlendirdi. BirGün Gazetesi'nde Anıl Aba imzasıyla yayınlanan ve müzik festivali organizasyonculuğundaki tekelleşmeye vurgu yapan yazıya, yine aynı gazetede yazan Serkan Fidan'dan tepki geldi ve konu yine sosyal medya tartışmalarına taşındı. Fidan, yazısında, Aba'nın tekelleşme bağlamında hedefine aldığı Umut Kuzey'i savunarak Aba'nın yazdıklarının neredeyse tek bir satırının dahi doğru olmadığını öne sürdü. Bu iki yazının alevlendirdiği tartışma üzerine çokça kalem oynatıldı, oynatılmaya devam ediyor.

Konuyla ilgili bir dizi yazı çıkacak soL'da. Festivallerde "canı çıkan" emekçilerle yaptığımız söyleşilerle özellikle sömürünün bu yönüne de dikkatinizi çekeceğiz.

Ulaş Özer'in, alevlenen tartışmaya ilişkin kaleme aldığı bir çerçeve yazısı ile başlangıç yapıyoruz.

KİŞİSELLİKTEN ÇIKARMALI AMA TARAF OLMALIYIZ

Her yazar, kendi formasyonunu ve dünya görüşünü yazısına taşır. Dolayısıyla yazar, hele ki böylesine tartışma yaratan bir konuda, bir taraftır doğalında. Önümüzde beliren bu tabloda benim de meselem bir "taraf olmak" elbette. Ne var ki bu iki yazı ekseninde ya da sosyal medyada dönen tartışmalarda öne çıkan kişiler, bu kişiler ekseninde oluşan gruplaşmalar ve burada cereyan eden olaylar, konunun bütününe olan yaklaşımımızın temel belirleyeni olmaz. Tüm bunların bir haber değeri vardır ve tüm bunlar, ancak, konumlanışın haklılığını ve meşruiyetini pekiştiren örnekler olarak ele alınabilir. Bu nedenle konuyu, kişisellikten arındırıp bütünsel bir bakış açısıyla ele almak bir zorunluluk!

FESTİVALLERİN EZİLEN EMEKÇİLERİ: SADECE MÜZİSYENLER Mİ?

Türkiye'nin çeşitli yerlerinde düzenlenen, özellikle popüler ve rock müzik türlerini içeren festivaller, bir süredir, genellikle sosyal medyada organizatör ve müzisyenler arasındaki maddi ilişkiler ve bununla ilişkili olarak müzisyenlere uygulanan mobbing bağlamında tartışılıyor. Bu organizasyonların arka planındaki hazırlık süreci, festival organizasyonlarında çalışan emekçilerin yoğun bir sömürüye maruz kaldığı başka bir "sahne" aslında. Kurulum ve tasarım, teknik ekipmanların kurulumu ve kullanımı, müzisyenlerin ağırlanması, kulis işleri, getir-götür işleri ve adını sayamadığımız pek çok işi barındırıyor bu organizasyonlar. Ne var ki tartışma sadece organizasyon şirketleri ve müzisyenler arasına sıkıştırılmış durumda bugün. Bu festivallerin perde arkasında oldukça zor şartlarda çalıştırılıp sömürülen emekçiler, çoğu oldukça genç olan, "alternatif bir özgürlük ortamı" vaadiyle bu festivallerin "çözüm ortakları" tarafından soyup soğana çevrilen seyirciler, bu piyasalaşmış ve kokuşmuş ortamda alabildiğine niteliksizleşen müzikal üretim ve daha nice konular... Tartışmalarda bu başlıkların esâmisi okunmuyor.

Bu tartışmanın ele alınış şekli ise meseleyi çözümsüzlüğe mahkum ediyor aslında. Tekelleşme, kapitalizmde sermayenin doğal bir yönelimi. Dolayısıyla bugün, bu koşullarda daha çok müzisyenler cenahından gelen "niye böyle" sorusunun, bu tekelleşmeyi deşifre etmenin önemi dışında bir işlevi bulunmuyor.

ORGANİZATÖR AĞABEYLERDEN KÜÇÜK PATRONCUKLARA

90'ların müzisyen, müzik piyasasında eli kolu uzun, organizatör "ağabeyleri" önce küçük patroncuklara, onlar da suyun başını tutan patronlara dönüşmüş durumda bugün. Bu patronların arkasında üzeri örtülü bir "big boss" var mıdır; bunlar kimlerdir, burasını bilmiyorum. Bu festival organizatörlerinin bugün nereye uzanabildiklerine dair net bir bilgi de yok elimde. Söylentiler çok fazla fakat ortamın tozu dumanı ve çeri çöpü içinde bunların ne kadarının doğru olduğunu anlamak gerçekten zor.

Yerel seçimlerde Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediyelerinin AKP'den CHP'ye geçmesinin ardından bu belediyelerin festival organizasyonlarını artıracaklarını ifade etmesi de (İmamoğlu'nun bu konudaki twitter mesajına bakabilirsiniz) organizatörler arasındaki rekabeti de artırmış durumda. Dolayısıyla büyüyen bu pazarda tekleşme, organizatörler açısından son derece kritik. Bu nedenle özellikle müzisyenlerin dile getirdiği "fazla sayıda girişimcinin ön ayak olduğu, 'rekabet ortamının geliştiriciliği' içinde el birliğiyle gerçekleştirilecek’ nitelikli festivaller yapma” önerisi, en hafif ifadeyle naif bir temenniden öte bir gerçeklik taşımıyor bugün.

Festivalinden konserine, "workshop"undan müzikal üretimine tüm boyutlarıyla piyasalaşmış bu alanda bir nitelik aramak ise mümkün değil. Piyasa belirlenimli bu ortamda sermaye gücü ve hareketliliği arttıkça üretimlerin niteliği de radikal bir biçimde düşmekte. Dolayısıyla tüm bu konuyu içinde yaşadığımız düzenden kopuk bir şekilde tartışmak, havanda su dövmekten başka bir anlam taşımıyor.

BİZ DE 'FESTİVALLERİMİZİ İSTİYORUZ'

Festivaller Antik Yunan'dan beridir yaşantımızın bir parçası. Öz olarak bir toplumsallaşma aracı ve ortamı olagelmiş bu organizasyonlar. Tarihsel süreç içinde toplumsal mücadelede de işlev kazanmış. Örneğin Fransız Devrimi öncesi, Jakobenlerin önemli örgütlenme alanı ve aracı olmuş bu buluşmalar. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Soğuk Savaş'ın stratejik cephelerden biri haline gelmiş. Kapitalist ülkelerde her ne kadar piyasa belirlenimli bir nitelikle gerçekleştirilse de Sovyetlerin kültürel gelişkinliği karşısında zorunlu olarak pek çok nitelikli üretimin sahnesi olmuş Batı'da festivaller. Ne var ki dünya ölçeğinde, bugün, yani Sovyetler Birliği'nin olmadığı ve tamamıyla piyasa belirlenimli hale gelmiş bir alanda nitelik, ancak politik bir zemin üzerinde ayaklarımız üzerinde doğrularak aranabilir. Bu nedenle, yüksek sesle "festivallerimizi istiyoruz" demek, müzik alanının da bir parçası olduğu politik mücadelenin konusudur. Dolayısıyla yukarıda sözü edilen ve son günlerde çeşitli platformlarda adı sıkça geçen Umut Kuzey'in, bu acımasız sömürü ortamı ve çürümenin sorumlularından sadece biri olduğu unutulmamalı ve bu tablo, sınıfsal boyutuyla bir bütün olarak karşıya alınmalıdır.