'Marx’ın zararsızlaştırılması'na bir karşı duruş: Mert Moralı

Marx'ın 200'üncü doğum yıldönümü nedeniyle doğum yeri Trier'de gerçekleştirilen 'Wilde Lieder-Marx.Music' etkinliğinde düet alanındaki birincilik genç müzisyen Mert Moralı'nın oldu. Batı ülkelerinin Karl Marx’ı ve onun mirasını zararsızlaştırmak konusunda başarılı bir siyaset yürüttüğüne dikkat çeken Moralı, Marksist bir sanatçı ve bir komünist olarak, kendi sözünü…

Sunay Gedik

Marx'ın 200'üncü doğum yıldönümü nedeniyle doğum yeri Trier'de gerçekleştirilen 'Wilde Lieder-Marx.Music' etkinliğinde birincilik ödülü aldınız, tebrik ederiz. Sizi biraz tanıyabilir miyiz?

1992 yılında İzmir’de doğdum. İlk öğrenimime İzmir Özel Çamlaraltı Koleji’nde başladım. Buradaki müzik öğretmenim Nurten Canlı’nın yönlendirmesiyle, Bilkent Üniversitesi’ne bağlı Müzik Hazırlık İlköğretim Okulu’nun yetenek sınavlarına girdim. Sınavdaki performansım doğrultusunda bu eğitim kurumunda, Stiliana Stavreva’nın Flüt Sınıfı’na kabul edildim. Ortaöğretimimin son yıllarında ilk bestelerimi yapmaya başladım. Lise eğitimimi aynı enstitüde sürdürürken besteciliğe olan ilgim enstrümancılığa olan ilgime ağır basmaya başladı. Bu sebeple lise öğrenimi sürdürürken Uğraş Durmuş’tan bestecilik dersleri ve okul dışında İlhan Baran’dan yeni müzik analizi ve caz armonisi gibi dersler almaya başladım. Lise eğitimimin hemen ardından 2010 yılında kompozisyon lisans eğitimi almak için Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi’nin Teori-kompozisyon programına başvurdum ve bu kuruma kabul edilmemi takiben burada Turgut Pöğün ve Tolga Yayalar ile bestecilik çalıştım.

Ayrıca Bilkent’teki eğitim sürecinde adını andığım bu öğretmenler haricinde, özellikle Onur Türkmen ve Yiğit Aydın’ın Bilkent’teki lisans eğitimim sürecinde bana olan cömert entelektüel katkılarını anma gerekliliği hissetmekteyim. Bilkent’teki öğrenimimi sürdürdüğüm süreçte aynı zamanda İspanya’da Vigo Konservatuarı’nda bir dönemliğine Erasmus dönüşüm öğrencisi olarak bulundum. Burada Juan Eiras ile bestecilik çalıştım. Bilkent’teki 4 yıllık lisans öğreniminin ardından “Hanns Eisler” Berlin Müzik Akademisi’nin Lisans Kompozisyon programına Wolfgang Heiniger’in öğrencisi olarak kabul edildim. Türkiye ve Almanya eğitim sistemlerindeki uyuşmazlık nedeniyle burada iki yıl lisans eğitimimi tekrar edip, burada da ikinci bir lisans programı tamamlamış oldum. 2014 yılından beri aynı kurumda yüksek lisans bestecilik öğrenimimi Eun-Hwa Cho’nun bestecilik öğrencisi olarak sürdürmekteyim. Buradaki yüksek lisans öğrenimim süresince İngiltere’de Londra Kraliyet Müzik Akademisi’nde bir dönemliğine Erasmus dönüşüm öğrencisi olarak Edmund Finnis ile bestecilik çalıştım.

Yapıtlarımı genellikle dilbilim, otobiyografi, şiir, şehir planlama, marksizm ve politika gibi konularla ilişkilendiriyorum.

Bu yarışma için beste yaparken yola çıkış hikayenizi bize anlatabilir misiniz? 

Yaklaşık 4 yıldır küçük kesintilere rağmen Berlin’de yaşıyorum. Her ne kadar Berlin benim temel çalışma ortamım ve yaşam alanım olsa da genellikle tatillerdeki Türkiye ziyaretlerim, Berlin’deki üretim sürecimde masaya yatıracağım estetik ve entelektüel sorunları karşıma çıkarıyor. Yani bir başka deyişle, Türkiye ziyaretlerimde topladığım fikirleri ve kafamda beliren soruları genellikle yıl boyu Berlin’de yapıtlarım vasıtasıyla işliyorum. Örneğin bu bestenin çıkış hikayesi de aslında Türkiye’de gerçekleşti. Mart’ta, sömestr tatilimdeki Türkiye ziyaretimde daha önce adını andığım Bilkent’teki hocalarımdan Onur Türkmen ile “geleneksel” tartışmalarımızdan birinin sonucu olarak bu yarışmaya katılma kararı aldım.
Yarışma İngiltere’nin en önemli yeni müzik topluluklarından BCMG’nin (Birmingham Yeni Müzik Grubu) çağrısıyla, Marx’ın 200. Doğum Yıldönümü etkinlikleri kapsamındaki “Wilde Lieder - Marx.Music” projesi adı altında gerçekleşti. Bu çağrıya göre, Marx’ı, hayatını, felsefesini konu alan besteler üç ayrı kategoride değerlendirilecekti. Ben düet kategorisine başvurdum. Marx’tan entelektüel olarak sürekli beslenen bir insan olarak bu konu hakkında benim de söyleyecek bir sözüm olduğunu hissettim. Dolayısıyla yarışma için yazacağım parçada kullanmam gereken metni bulmak fazla zaman almadı. 

Hangi metni seçtiniz?

Marx’ın benim dikkatimi çeken ve aynı zamanda okuduğum ilk metninden, Friedrich Engels ile birlikte yazdığı Alman İdeolojisi'nden bir alıntıydı. Türkçesi’nde tam olarak anlaşılabilir olmasa da parçada kullandığım metnin orijinal Almancası inanılmaz bir yapısal güzelliğe sahip. Bu ister istemez bu metni parçamda kullanmaya itti.

Kullandığım alıntının Türkçe tercümesi şöyle:

“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadır ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir, egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan maddi, egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidirler; başka bir deyişle, bu düşünceler, onun egemenliğinin fikirleridirler. Egemen sınıfı meydana getiren bireyler, başka şeyler yanında, bir bilince de sahiptirler ve sonuç olarak düşünürler; bu bireyler, bir sınıf olarak egemen oldukça ve tarihsel çağı bütün genişliğince belirledikçe, elbette ki, bu bireyler sınıflarının bütün genişliğince egemendirler ve öteki şeyler bakımından olduğu kadar, düşünürler, fikir üreticileri olarak da egemendirler ve kendi çağlarının üretimi ve dağıtımını düzenlerler; o halde onların düşünceleri, çağların egemen düşünceleridir.”

Parçanın adını da kitapta bu pasajın bulunduğu bölümden ilham alarak “Die Produktion des Bewusstseins” (Bilincin Üretimi) olarak belirledim. 

Parçayı soprano ve trompet için yazdınız. Bunun özel bir nedeni var mı?

Bunun nedenlerini birkaç başlıkta anlatabilirim. Bu iki müzik aparatının ses renkleri bakımından birbirleriyle uyumu, birinin diğerine pek çok açıdan tercüme edilmesini elverişli hale getiriyor. Diğer bir nedeni, metin komplike bir metin olduğu ve metinden parça boyunca yapısal olarak faydalanmam belirli düzeyde metnin anlaşılırlığını gerektirdiği için parçayı yarışma kategorisinin buyurduğu gibi bir düet olarak dizayn etmeyi uygun gördüm.
Son olarak da, trompet tarihsel açıdan mücadele ve çağrı gibi temalarla ilişkilendirilen bir enstrüman. Ele aldığım metin, örneğin Komünist Manifesto ile kıyaslandığında bir “kavga metni” olarak karşımıza çıkmamakla beraber belirgin bir entelektüel şiddete sahiptir. Bu entelektüel şiddeti ortaya çıkarmak için de sopranonun dramatik gücünü trompetle birleştirdim.

Müzik ve marksizm ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Literatürde ne yazık ki Marx’ın müzik hakkında yazdığı pek fazla yazıya ulaşılmamakta. Bunu belki de Marx’ın özellikle Londra’da Kapital’i yazdığı süredeki yoğun çalışma temposu ve orada yaşadığı yoksulluğun, müzik etkinliklerini takip etmesini sekteye uğratmasıyla açıklayabiliriz. Sonuçta müzik zamansal bir sanat, dolayısıyla hakkında düşünsel üretim yapılabilmesi için vakit verilmesi ve konsantre olunması gerekmekte. Bunun sonucu olarak müzik ve marksizmle ilgilenen herkes bir şekilde bu bağlantıyı kendi kendine yeniden oluşturmak gibi bir soruyla karşı karşıya kalmakta. Mesela Adorno’dan Eisler’e pek çok kişi müziği marksizm bağlamında ele almaya, onu bu yönden okumaya çalışmıştır.
Bir bestecinin yaptığı duyduklarını papağan gibi estetik yapıt içerisinde tekrar etmek değildir. Besteci, deneyimleri, içinde bulunduğu toplumsal ilişkiler ve emek verme biçimi buyurduğunca bir dinleme biçimi geliştirir, parçalarında da bu dinleme biçiminin izleri ortaya çıkar. 

Marksizm her şeyden önce bana müziğimi daha iyi anlamama yarayan bir yöntem sunuyor. Bu yöntem, müziğimin üretim ve sunuluş süreçlerine dair birçok gizemi ortadan kaldırıp kendi dinleme biçimimi toplumsal ilişkiler içerisinde yeniden anlamlandırmama yardımcı oluyor, bir tür eleştirel dinleme alışkanlığı kazandırıyor. Yani kendi yapıtlarım da dahil olmak üzere, karşıma çıkan her müzik yapıtını sadece bestecinin niyetini ve parçanın yapısal özelliklerini karşıma koyarak değil, onu üretilmeye zorlayan toplumsal ilişkileri de anlamaya çalışarak değerlendirmeye çalışıyorum. 21. yüzyılda yapıtlarla onları üretime zorlayan toplumsal ilişkiler arasındaki bağ oldukça karmaşık bir şekilde varolmakta. Ancak müzik hangi türü olursa olsun bir endüstridir, dolayısıyla müziğin “toplumsallaştığı” kanallarda, yani festivallerde, siparişlerde, konserlerde veya radyo yayınlarında, bir parçanın oturduğu sosyal, ideolojik, hatta ekonomik bağlamı kavrayabilmek pek güç olmasa gerek.

Uzun lafın kısası, marksizm bana müzik üzerine düşünmek için çok zengin ve çok yönlü bir çerçeve çiziyor. 

Marx'ın 200. doğum yıldönümünde böyle bir yarışma yapılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yarışmacıların Marx'la ilgili yaklaşımlarını gözlemleme şansınız oldu mu?

Açıkçası bu yarışmanın gerçekleşmesinde pek bir şaşırtıcı yön yok. Batı ülkeleri, Karl Marx’ı ve onun mirasını zararsızlaştırmak konusunda oldukça başarılı bir siyaset yürütmekte. İtiraf etmem gerekir ki bu etkinlik de tamamen bunun dışında olmayan bir ideolojik güdüyle yapılmışa benzemektedir. Biraz da bu sebeple, tam da böyle bir ortamda Karl Marx hakkında kendi sözümü söylemem gerektiği dürtüsüyle bu yarışmaya katıldım.

Diğer yarışmacıların hepsi yaşını başını almış, bestecilik kariyerlerinde halihazırda pek çok başarıya imza atmış insanlardı. Dolayısıyla diğer bestecilerin bu yarışmaya katılma motivasyonlarını tek tek saptamak benim için çok kolay olmadı. Ama genel eğilim olarak Marx’ın salt bir “tema” olarak kabul edilip o noktada bırakılmış olduğunu gözlemledim.

Sanatçıların örgütlülüğü ile ilgili ne düşünüyorsunuz? 

Bertolt Brecht şöyle diyor: “Sanatçı sadece topluma karşı sorumlu değildir, aynı zamanda toplumu sorumluluğa çeker”. Burada benim için “sorumluluk”, sömürüsüz, sınırsız, sınıfsız bilimin sermayenin değil insanın hizmetinde olduğu, her türlü cinsel yönelimin özgürce bir arada yaşayabildiği, bir dinsel inancın diğer inançları baskılamadığı, tarihin ve doğanın tahrip edilmediği bir dünyayı kurma ve bu dünyanın kurulmasına katkıda bulunma sorumluluğudur. Ben bu dünyaya giden tek yolun sosyalizmden yani insanın insanı sömürmesinin tarihsel, ekonomik ve kültürel kalıntılarından kurtulmaktan geçtiğine inanıyorum ve bu yol ancak kolektif bir emekle yürünebilir. Dolayısıyla sadece bir sanatçı olarak değil, yaşadığım döneme tanıklık eden bir birey olarak ve TKP üyesi bir komünist olarak bu sorumluluğa çağrıdan ben de nasibimi almış oldum. 

Okurlarımız çalışmalarınızı nereden takip edebilir?

Çalışmalarımı SoundCloud profilim aracılığıyla takip edebilirler. 


*Bu yazı ilk olarak soL Dergi'nin 26. sayısında yayımlanmıştır.