Berlin Duvarı ve gerçekler: Sınıf savaşının tek bir mücadele estetiği vardır...

'ADC çözüldüğünde 42 yaşında işini kaybedip, iş ve işçi bulma kurumuna ilk kez gitmek zorunda kalan Elisabeth Heller, kendisine yaşı gereği iş bulunamayacağını ve mümkünse zengin bir erkekle evlenmesinin tavsiye edildiğini söylüyordu. 'Zengin koca bul' ifadesini 'espiri' olarak sunan belgesel, 42 yaşında işsizliği ilk kez tanıyan bir kadının durumunu da özetlemiş oluyor…

Tevfik Taş

20 Aralık 1988 yılında Alman Demokratik Cumhuriyeti (ADC) Teltow-Sigridshorst sınırından illegal yolla batıya geçmeye çalışıp, kısa bir sorgulamadan sonra serbest bırakılan bir kişi, bu olaydan 30 yıl sonra mahkemeye başvurarak, ''travma yaşadığı''nı ileri sürdü, tazminat davası açtı.

Şimdi 56 yaşında olan kişi, iddiası üzerine iki sınır askeri tarafından üzerine silah doğrultarak  yakalanmış. Dikenli teller, olası mayın tehlikesi ve üzerine tutulan makineli tüfek korkusu yüzünden ''travma geçirdiği''ni söyleyerek kendisine tazminat ödenmesini talep ediyor. (1) 

Antikomünist mahkeme heyetinden sözü geçen davacıya "egemen bir ülkenin sınırlarını denetleme yetkisi vardır", demesini beklemek fazla iyimserlik olacaktır. Nihayetinde öyle de oldu. Mehkeme ADC'nin egemen bir devlet oduğunu görmezden gelerek, sözü geçen kişinin talebini kabul ederek, işleme koydu. Ancak mahkemenin davacının önünde hiçbir engel olmamasına rağmen niçin 30 yıl beklediğini sorması gerekmez miydi?

Söz konusu olan antikomünizm olunca, sorulmaz. Ardı arkası irdelenmez. Sosyalizm düşmanlığı Alman yargı sisteminde köklü bir geleneğe sahiptir. Bu gelenek bir kez daha bozulmadı.

Leipzig İdare Mahkemesi yargıcı Held-Daab, ''Davacı, sözü geçen sınır güvenliği donanımının sağlığa olumsuz etkisi olacağını kesin olarak kanıtlamıştır'' diye tazminat davasının açılmasına olanak verdi. Dava açıldı; süreç, açgözlü 'travmatik' davacı ile gözü dönmüş antikomünist mahkeme heyetinin insafına kaldı. 

* * *

Karşıdevrimin 30'uncu yıldönümü ''etkinlikleri'' kapsamında Almanya'da duvar anmaları sezonu aylar öncesinden açıldı. Sosyalizme dönük  ''insan hakları'' ve ''özgürlük'' soslu pek çok saldırı dolaşıma sokulurken, yukarıda anlatılan siyasi mizansen, kopartılmaya çalışılan hezeyanın yalnızca küçük bir parçasını teşkil ediyor. 

Geçen yıllarda Berlin Duvarı konusunda en keskin eleştirileri yapan, koalisyonun küçük ortağı Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) partisinin üst düzey yöneticisi olup ülkenin sayılı inşaat şirketleri arasında sayılan BAUER AG'nin Yönetim Kurulu Başkanı Thomas Bauer, ABD hükümetinin Meksika sınırına örmeyi düşündüğü 21 bin kilometrelik duvar ihalesine başvuran 700 şirket arasında çıkınca ülke kamuoyu yapılan iş etik mi diye ikiye bölünmüştü.

Oysa ki, Alman burjuva siyaseti yıllarca Berlin Duvarı üzerinden Alman Demokratik Cumhuriyeti aleyhine propaganda yapmıştı ve halen de yapmaya devam ediyor. Bu propaganda mekanizmasının en tepesinde oturanlardan biri de BAUER AG'nin şefi Thomas Bauer'di. Thomas Bauer bu kadarla da kalmamış, duvar yıkıldıktan sonra 1996'da ''İnşaat Sektöründe Etik Yönetim'' adında bir de dernek kurmuş, ''siyasi gerekçelerle duvar yapmayı etik bulmadığı''nı deklare etmişti. (2)

DUVAR VE MÜCADELE ESTETİĞİ

Şimdi etik bunun neresinde diye sormadan, asıl tartışılması gereken başlıklara bakmakta yarar var. Duvar kelimesi demokrasi kavramı gibi, sınıfsal karekterinden, sınıflar mücadelesi içindeki konum alışından bağımsız ele alınabilir mi? Mücadele estetiği, mücadelenin zorunlu ödev ve hedeflerinden yalıtık ele alınabilir mi?

Elbette, hayır. 

Kavramı tanımlayan aslî ögelerden ve daha da önemlisi tarihsel bağlamından soyutlayarak, genel geçer bir ''kural'' türetmek olsa olsa şapkadan tavşan çıkartma hünerine alan açar. Sol, insan hakları/özgürlükler alanına hapsolmuş, sınıf ekseni şekilsiz, mücadelenin koşullarından bağımsız bir kavram setini, bir tekstil endüstrisi terimi anıştırması üzerinden söylersek, ''götürü'' olarak gelişi güzel her yerde kullanamaz, kullanmamalıdır.

Soğuk Savaş repetuarının günümüze devrettiği en etkili kavram çifti, demokrasi ve insan haklarıdır. Bu kavramların çağrıştırdığı düz anlamları kullanarak, reel sosyalizme karşı amansız bir savaş açılmıştı.  Demokrasi kavramı üzerinden iktisadi sömürü gizlenerek, sözde özgürlük söylemi pompalanageldi. İnsan hakları retoriği ise, egemen devletleri çökertme argümanı olarak işlev gördü.

Berlin Duvarı'nı ''işçi sınıfı mücadele estetiğine aykırı'' diye elinin tersiyle itmek, sol adına siyasi iktidar mücadelesinin gerçek gereksinimlerine yabancılaşmak ile eşanlamlıdır.

TARİH, KİMİ CEZALANDIRIR?

7 Ekim 1989'da ADC'nin 40'ıncı kuruluş yılı kutlamalarında Gorbaçov, Doğu Berlin'de Erich Honecker'e sonraki dönemde çok tekrarlanan ünlü sözünü söylemişti: ''Geç kalanı tarih cezalandırır.'' 

Hain Gorbaçov Sovyet sosyalizmini satarken, Honecker'e de ADC'yi satışa çıkartmasını öneriyordu. Karşıdevrim güçleri bu konuşmadan yaklaşık bir ay sonra ADC'yi yıkmayı başardı. ADC'nin kuruluşunda büyük emeği geçen Sovyetler Birliği ADC'den desteğini çektiğinde, karşıdevrimin başarılı olması önündeki en güçlü engel de ortadan kalkmıştı. Bu bağlamda ADC, Gorbaçov ve kliği tarafından aç sırtlanlar gibi bekleyen karşıdevrim güçlerinin insafına terk edilmiştir.

Berlin Duvarı'nın yıkılmasının önü açılmadan birkaç ay önce Devlet Güvenlik Örgütü (STASI) Politik Büro'ya verdiği raporda ülkedeki durumu ''1953 yılından daha kötü'' olarak nitelendiriyordu. (3)

Daha iyi bir sosyalizm için verilen sözler unutularak, kapitalizme yelken açıldı. Sosyalizmin gelişkin sosyal güvenlik sitemi korunmalı, ancak kapitalizmin cezbedici tüketim olanakları arttırılmalıydı. Kitlelere vaad edilen sihirli formül buydu.

Oysa gelişmeler hiç de böyle ilerlemedi.

''Adaletli bir kapitalizm'' olmadığı gibi, eldeki kazanımlar da adım adım yok edildi.  Ücretsiz sağlık sistemi, herkese iş hakkı, herkese sağlıklı ve yaşanabilir konut, herkese sosyal-kültürel kendini gerçekleştirme alanı, gelecek kuşağı düşünme kaygısından ilelebet kurtulmuş olma, işsizlik kavramını tanımama, emeklilikte onurlu bir yaşam sürme...

Tüm bunlara kapitalist Almanya'da ulaşma şansının sıfıra yakın bir ihtimal olduğunu çok geçmeden hissetti doğu insanı.

Oysa ADC'nin yenilgisi Sovyetler Birliği'nin yenlgisiydi. Çözülmenin pervasız aktörü Gorbaçov, ADC'nin kesik başını altın tepside emperyalist haydutlara bahşetti. 

Tarih, devrimine sahip çıkmayan halkları cezalandırdı. Burası kesin.

ADC HALKI KARŞIDEVRİMDEN SONRA NELERİ GÖRDÜ?

1988'de ADC yurttaşı kadınlar 60 yaşında emekli oluyordu. Bugün 65 yaşına kadar çalışmak zorundalar.

1988'de bir emekli 477 ADC Markı maaşa sahipti. Bu rakam ile kira ve yiyecek ihtiyacını karşıladığı gibi, maaşın yarısından fazlası (hatta üçte ikisi) cebinde kalıyordu.

Toplu taşıma sistemi kâr etmek için değil, halkın gereksinimini sağlamak için örgütlendiği için bedavaya yakındı.

Ülkenin her yeri zengin kütüphaneler, tiyatro salonları, konser meydanları ile donatıldığı için, şimdiki gibi tek sosyal etkinlik mabedlere dönüşmüş alışveriş merkezleri içinde dolanıp, evde televizyona tav olmak değildi.

Çocukları için tam gün kreşleri vardı. Kudretli olduğu iddia edilen Almanya'da bugün tam gün kreş yalnızca gelir durumu ortalamanın üzerindeki kesimler için mümkündür. Zaten 'kariyer' yapan kadınlar da genelde bu kesimlerden çıkıyor. Gerisi için ise hayat, çocuk büyütmek ve çalışmaktan ibarettir.

PISA araştırmalarının şampiyon ülkesi Finlandiya, eğitim politikaları konusunda pek çok yol ve yöntemi ADC'den almıştır. Şimdiki Almanya PISA araştırmalarında vasatın ötesine gidememektedir. Üç sınıflı orta öğretim eğitim sistemi, kredili ve harçlı üniversite uygulaması ile şimdiki Almanya tam bir emekçi düşmanı eğitim politikası uygulamaktadır.

Emekçi çocukları berber ya da tornacı olurken, gelir durumu yüksek kesimlerin çocukları seçkin üniversitelerde okuyan, geleceğin menajer tipleri olarak sıraya sokulup, eleniyor.

Sosyalist ADC'de kilise vergisi yoktu. Laiklik, sosyalist aydınlanmanın tanımına uygun olarak, kararlı bir netlikte uygulanıyordu.

ADC YUTTAŞLARI LAİK BİR ÜLKEDEN, EN BÜYÜK PATRONUN KİLİSE OLDUĞU BİR DEVLETE DÜŞTÜLER

ADC'de kilise ülkenin en büyük işvereni durumunda olmadı. Kilise yalnızca dinle alakalı olanla sınırlıydı. ADC'de kiliselerin okulları, hastaneleri yoktu.

Kilise vergisi ödemeyenin iş bulamadığı kurumlardan söz dahi edilmezdi. Oysa şimdi öyle mi: Katolik ve Protestan kiliseleri bir buçuk milyon işçi çalıştıran ülkenin en büyük patronları durumunda. Denetimleri altında tuttukları CARİTAS ve DİAKONİ adındaki kurumlar aracılığıyla geleneksel ''Hristiyan yardımı''nı kâra çeviriyorlar.

ADC yurttaşı, aynı işte iki ayrı ücret sistemine tabi tutulmazdı. Patronu hiç tanımadılar. Fabrikalar, tarlalar gerçek anlamda emeğin kamusal işletmeleriydi. Şimdiki Almanya'da ücret uçurumunu gördüler. Taşeron çalışma denilen modern köleliğin en kölecesine tanık oldular.

Kira sözleşmelerinde nasıl kazık yenileceğini, sigorta şirketleri tarafından soyulmayı, talebi kışkırtan anlamsız arzı, reklam ve gösteriş budalalığını, televizyon vergisini, komünikasyon dolandırıcılığını gördüler, yaşayageldiler.

NAZİ ALMANYASI SONRASININ DOĞU'DAKİ İLK KATLİAM PROVASI: ROSTOCK-LICHTENHAGEN ADC'DE ASLA OLMAZDI

Karşıdevrime paralel doğu kentlerine hızla yerleşen faşist hareket, sığınmacı ve yabancı düşmanı söylemle hızla örgütlenmeye başladılar. Batı'nın namlı faşist önderleri Doğu'ya yerleşerek, sosyalist birikimin son mevzilerini de yerlebir etmeye yeltendiler. Devletin istihbarat örgütleri iki taraflı çalışan Neo-Naziler ile kol kola faaliyet yürütmek için harekete geçtiler.

Nazi Almanyası'nın yenilgisinden sonra ilk kez Doğu Almanya topraklarında faşist güçler harekete geçmiş, beş gün süren sığınmacı avcılığı için abluka oluşturmanın adımını atmıştı.

Almanya'nın Sivas Katliamı faşist hareketinin beş gün süren 22-26 Ağustos 1992 Rostock-Lichtenhagen'deki göçmen katliamı provasını ADC'de görmek asla olmayacak bir şeydi. Çünkü ADC anayasasına antifaşist olduğunu yazmış bir sosyalist devletti. Şimdiki FAC gibi ''aşırılıklara karşı'' olduğu demagojisini propaganda eden, faşist hareketin asıl duayeni sermaye devleti değildi.

ADC'DEKİ SOSYAL GÜVENLİK ÖZLEMİ,  'OSTALJİ' OLARAK Tİ'YE ALINIYOR

Almanca doğu anlamına gelen ost sözcüğü ile nostaljinin birleştirilmesinden türetilen ''ostalji'' kavramı ana akım medyanın ADC insanı için kullandığı bir nitelendirme kipine evrildi.

Kim eşitlik talebinde bulunuyorsa, ostaljikti. Kim iş hakkının temel yurttaş hakkı olduğunu iddia ediyorsa, o ostaljiktir. Kim ücretsiz, eşit eğitim diyorsa, o ostalji hastalığına yakalanmıştır. Kilise vergisine karşı çıkmak, ostalji illetini üzerinden atamamış olmak anlamına gelir.

Ucuz, sosyal ve kullanışlı konut talep eden kesin ostaljiktir. Kim haftalık çalışma süresinin kısaltılmasını talep edip, 67 yaşında emekli olmaya karşı çıkıyorsa, o 'ekonominin gerçeklerinden habersiz' bir ostaljiktir.

EŞİTLİK OLMAYAN YERDE BİRLEŞME DE OLMAZ

30'uncu yıl namına Duvar'ın yıkılışı üzerine belgeseller çeken anaakım medyanın etkili organı Spiegel Online, video belgeseline konuşan ve ADC çözüldüğünde 42 yaşında işini kaybedip, iş ve işçi bulma kurumuna (Arbeitssamt) ilk kez gitmek zorunda kalan Elisabeth Heller, kendisine yaşı gereği iş bulunulamayacağını ve mümkünse zengin bir erkek ile evlenmesinin tavsiye edildiğini söylüyor. (4) ''Zengin koca bul'' ifadesini 'espiri' olarak sunan belgesel, 42 yaşında işsizliği ilk kez tanıyan bir kadının durumunu da özetlemiş oluyor esasında.

Die Zeit gazetesi 'birleşme'nin 27. yılında doğu ile batı arasındaki çok yönlü eşitsizliğin sürdüğünü itiraf etmek zorunda kalarak, ''Asgari ücret uygulaması doğuda giderek yaygınlaşıyor.'' itirafında bulunuyor. (5)

Die Welt gazetesi, kamuoyu araştırma kuruluşu FORSA'nın yaptığı Doğu-Batı anketine yer verdiği haberinde, doğu ile batı insanı arasında eşitsizliğin artarak devam ettiğine dikkat çekiliyordu.

FORSA'nın verilerine göre, iki halkın birbirine entegre olduğu inancı doğuda bugün yüzde 67'ye geriledi. Aynı oran batı için 2011'de yüzde 47 iken, bugün üçte ikiye gerilemiş durumdadır.

Yani sözde birleşmeden 30 yıl sonra doğu ile batı arasındaki eşitsizlik azalmak şöyle dursun giderek artıyor.

Bu gerçeği çok iyi kavrayan Süddeutsche Zeitung baş editörü Heribert Prantl, kaleme aldığı uzun makalesinde birleşmenin ''dünün değil, bugünün ödevi'' olduğunu özellikle vurgulama gereği duyarak, ADC'yi yutan Batı'nın ödevler listesine vurgu yapıyordu. (6)

İstatistik ile yalan söylemenin dayanılmaz cazibesine kendisini kaptıran ekonomi dergisi Wochenblatt, yaptığı Doğu-Batı kıyaslamasında doğunun gayri safî milli hasıladan yüzde 73 aldığını, arada 'fark' olmasına karşın ilerleme sağlandığını müjdeliyordu. Yani doğunun batıdan yüzde 27 daha az pay almasını ''gelişme var'' diyerek meşrulaştırma kurnazlığına başvuruyordu. (7)

İki Almanya toplumunun 40 yılda yaşadığı değişim süreci, burjuva birlik efsanelerinin propaganda malzemesi olmaktan öte bir anlamı olmadığını çok geçmeden gösterdi.

Sınıflı toplumda ''ulusun sosyal birliği''nin sağlanabileceğini iddia etmek, burjuva şarlatanlığıydı. ADC'nin emperyalist Federal Almanya Cumhuriyeti tarafından ilhak edilmesi, burjuvazinin bu yalanının da deşifre olmasına olanak verdi. 

DUVAR NİÇİN İNŞA EDİLDİ?

Genç sosyalist cumhuriyet açık sınır dolayısıyla ağır bir iktisadi handikaba sahipti. Her gün onbinlerce kalifiye Alman Demokratik Cumhuriyeti (ADC) yurttaşı Batı'ya gidip çalışıyor, akşamları da evlerine dönüyordu. Bu durum Doğu'nun tamamiyle aleyhine işleyen bir iktisadi kısır döngü anlamına geliyordu. Eğitimli emekçiler ülkelerinde edindikleri pahalı ama ücretsiz kaliteli eğitimlerini Batı'nın özendirici maddi motivasyonlarına tahvil ediyorlardı.

Bu konuya ilişkin ihmal edilmemesi gereken bir tanıklığa başvurmakta yarar var. New York Times 1963'de şunları yazıyor: ''Duvarın örülmesinden dolayı Batı Berlin ciddi bir iktisadi zarara uğradı. Her gün 60 bin kalifiye işgücü Batı'ya çalışmaya gidiyordu.'' (8)

İki, 1950'li yıllardan itibaren Truman Doktrini'nin bir açılımı olarak Soğuk Savaş dünya siyaset sahnesine şırınga edilmişti. Almanya'nın ikinci savaş sonrası ikiye bölünmesi de Sovyetlerin ya da ADC önderliğinin isteğiyle değil, doğrudan Amerikan emperyalizminin tercihi sonucu olmuştu. Bu tercihe kıta Avrupası'nın iki kadim düşman devleti de destek vermişlerdi. Birleşik bir Almanya İngiltere ve Fransa için de sorun kaynağıydı. Bundan dolayı Almanya'nın birleşmesi tartışmasında asıl oyun bozanlık emperyalizm cephesinden geldi. 

Reel sosyalizmin ''vitrini'' olarak ADC, önemli bir konum üstlendi. Bundan dolayıdır ki, iki sistemin birinci derecedeki çatışma üssü 70'li yılların başına dek Almanya, özelde de Berlin olmuştur.

Soğuk Savaş'ın amiral gemisi ABD, işbirlikçi baronlar eliyle genç cumhuriyeti hem iktisaden sabote etmek için kolları sıvamış hem de siyasi sabotaj ve ajanlık faaliyetlerinde vites attırmıştı. CIA ve diğer gizli servislerle işbirliği içinde olan tek tek kişiler ve sabotaj grupları oluşturmuş, ilk eylemlerine de başlamışlardı.

Bombalama, yanıcı madde ve elektirik 'kaza'ları pek çok kamu kuruluşuna ve işletmeye ağır zararlar verdi. Hedefte termik santraller, limanlar, su kanalları, kamu binaları, trafik sistemleri, yakıt istasyonları ve köprüler vardı. 

Önemsenmesi gereken bir tanıklık daha: ''Woodrow Wilson International Center of Scholars'''ın Washington'da hazırlanmış çalışma raporunda (''Cold War International History Projekts'') sınırın Alman Demokratik Cumhuriyeti tarafından kapatılmasına ilişkin şu ifadeler yer alıyor: ''Berlin'deki açık sınır ADC'yi müthiş derecede istihbarat ve dışa açık yıkıcı saldırıların hedefi haline getiriyordu. Her iki raporda da gösterildiği gibi, sınırın kapatılması komünist devlet için daha fazla güvenlik demekti.'' (9)

Döneme ilişkin bir saptama da yazar Ralph Hartmann'dan: ''İstihbarat ve sabotaj merkezi olarak Batı Berlin, ADC için büyük bir saldırı merkeziydi. Sınırın güvenceye alınması onun için varlık yokluk meselesiydi...'' (10)

Bir değerlendirme de Ernie Trory'den: ''Batı Almanya, Avrupa'nın en güçlü NATO askeri gücü haline gelmişti. Her gün provakasyon eylemleri gerçekleşmeye başlamış, ve bir kez daha Batı Berlin, ADC'ye saldırı için sıçrama tahtası olmuştu.'' (11)

DUVAR'DAN DOLAYI KAÇ KİŞİ ÖLDÜ?

Bu soru üzerinden kopartılan yaygaranın haddi hesabı yoktur. Bu konuda yüksek bütçeli ama düşük içerikli onlarca dizi, belgesel hatta film çekilmiştir. Araştırma enstitüleri oluşturulmuş, üniversitelerden 'bilimsel' destek talep edilmiş, sanatsal anıtlar inşa edilmiştir. Duygulu nutukların ise haddi hesabı yoktur...

Peki gerçek nedir? Duvar'dan dolayı kaç kişi hayatını kaybetmiştir?

Alman Demokratik Cumhuriyeti'nin 13 Ağustos 1961'de yapımını başlattığı, ''antifaşist koruyucu set''den dolayı hayatını kaybettiği iddia edilen en yüksek sayı, 251 kişidir. (12) 

Bu sayı içinde 34 kalp krizi, 8 sınır askerinin ölümü de vardır. ADC çözülmüş, bütün devlet arşivleri didik didik edildiği halde ulaşılan en yüksek sayı, 251'dir.

İşin daha da ilginci, 'Berlin Duvarı kurbanlarını araştırmak' gerekçesiyle örgütlenip, yüksek bütçelerle çalışan 5 ayrı kurumun verdiği veriler de biribirini tutmamaktadır. En az bunun kadar manidar olanı da sayının yıllar geçtikçe çoğalıyor olmasıdır. 

Bu gerçeğin en son kanıtı, bu makalenin girişinde verilen ''travmatik adam'' örneğinde görülebilir.

Örneğin, ''Polizeipräsident in Berlin'' 1990'da 92 kişi öldürüldü derken 1991'de ''Zentralle Erfassungstelle Salzgitter'' 78 sayısını telaffuz etmiştir. 2000 yılında ''ZERV'' tarfından yapılan açıklama ise 122'dir. ''Arbeitsgemeinschaft 13. August'' 2009'da 245 derken, ''Zentrum für Zeithistorische Forschung'' 2013'de 138 kişi diye açıklamıştır. ''Gedenkstätte Berliner Mauer'' ise 2005 ile 2009 arasında sayıyı 575'e çıkartmıştır!

Araştırma kriterleri arasında, ''duvarın neden olduğu kalp krizi'', ''duvardan dolayı intihar etmek'' gibi kanıtlanması asla mümkün olmayan 'veri taban'ları da var. Yani meşru bir devletin sınırlarını koruma konusundaki yetkisi gayrımeşru kabul edilirken, kendi çıkarlarına gelebilecek her ölüm vakası keyfi bir şekilde listeye dahil edilmektedir. 

AB SINIRINDA ÖLENLERİN SAYISI 40 BİNİ BULDU

Dikkatli ve abartısız bir değerlendirme ile konuşmak gerekirse, Avrupa Birliği sınırlarında ölen mültecilerin sayısı 40 bin insandan daha az değildir. Boğularak, susuzluktan kavrularak, havasızlıktan nefessiz kalarak... Bulgaristan ve Yunanistan'da toplama kampı misali tel örgülerin arkasına tıkılarak... Devlet destekli faşist tosuncuklarına kırdırılarak... Polis karakollarında 'kendilerini yakarak'...

Son 3 yıl içinde Avrupa Birliği 6 milyar avrodan fazla parayı yalnızca kendi sınırlarını korumak için harcadı. Akdeniz'in sığınmacı mezarlığına dönüştüğü bizzat Papa Francis tarafından defalarca dillendirildi.  

Savaş çıkart, silah sat. Savaştan kaçanlardan para kazan. İnsancıl görün. Ondan sonrada 250 kişi için 30 yıldır hergün ağlama sızlama seansları örgütle...

DUVARLARDAN DUVAR BEĞEN

AKP iktidarı 2017 yılında Türkiye'nin 911 kilometrelik Suriye sınırına, 828 kilometre duvar inşa ettirdi. Berlin Duvarı yıkıldığında özgürlükçü çığlıklar atan Türkiye'nin liberalleri, Suriye sınırına duvar çekilince derin bir sessizliğe gömüldüler.

Berlin Duvarı'nın varlığını Soğuk Savaş'ın ideolojik mızrak ucu yapan emperyalist koro, çözülmenin ardından freni patlamış tır gibi önüne gelen her şeyi yıkıp geçmekte kararlıydı.

Nihayetinde 1994'de İsrail yoksul Filistinlileri daha da baskılayıp, yurtlarına el koymak için 90 bin zeytin ağacını söküp atarak yedi metre yüksekliğinde, 790 kilometre uzunluğunda ilk duvarını inşa etti.

2006'da Bush Meksika sınırına 1125 kilometrelik çit çektirmek için ilk adımını attı. Ardından  Trump bu çiti beğenmeyip, çevredeki doğal koruma alanlarını ve yerleşkeleri tarumar ederek yaklaşık 3 bin 200 kilometre uzunluğunda, 9 metre yüksekliğinde, 1 metre 80 santim derinliğinde 21 milyar dolar maliyetli bir duvar projesi ile ortaya çıktı. 

28 yıllık Berlin Duvarı'nda sınır güvenliğinden sorumlu askerler dahi ölen insan sayısı 180 ile 245 olarak açıklanıyor. Telaffuz edilen en yüksek sayı, 245. 

Oysa hem İsrail'in Filistinlilere karşı çektiği duvarında, hem de ABD'nin Meksikalılara karşı çektiği duvarında kelimenin gerçek manasında ''her gün insanlar ölüyor''. Die Zeit gazetesinden Christina Felschen'in ABD'nin Meksika sınırınına atfen söylediği ''Am Zaun des Todes''de yani ölüm çitinde,  yalnızca 1998 ile 2016 yılları arasında ölen insan sayısı 6951'dir.

Antifaşist Berlin Duvarı'nın yüksekliği 3 metre 60 santimdi. Öyle görünüyor ki, emperyalizme karşı 7 metre 20 santime çıkartmak şart oldu. Sınıf savaşının tek bir mücadele estetiği vardır: Sermaye sınıfının asalak varlığına ne olursa olsun, son vermek.


KAYNAKLAR:

(1) https://www.jungewelt.de/artikel/359697.ddr-fl%C3%BCchtlinge-k%C3%B6nnen... )

(2) Die Zeit, 5 Eylül 2017

(3) 1989 Berlin Duvarı, Engin Erkiner, IMGE Kitabevi, 2005, s. 33

(4) https://www.spiegel.de/sptv/deutschland-bilanz-spiegel-tv-zu-30-jahren-m...

(5) Die Welt, 29 Eylül 2017

(6) Süddeutsche Zeitung, 1 Ekim 2017'de

(7) Wochenblatt, 6 Eylül 2017

(8) Aktaran: William Blum, https://www.jungewelt.de/schwerpunkt/mythos-des-kalten-krieges

(9) A.g.y.

(10) Die DDR Unterem Lügenberg, Ralph Hartmann, Verlag Ossietzky GmbH, Hannover, 1. Auflage, 2007, s.64 

(11) Almanya'da Sosyalizm, Ernie Trory, Yazılama Yayınevi, Birinci Baskı, 2015, s. 62

(12) http://www.berliner-mauer-gedenkstaette.de/de/uploads/todesopfer_dokumen...