8 Mart'a doğru bir kez daha: İstanbul Sözleşmesi nedir?

Geçtiğimiz yıl 8 Mart’ın gündeminde İstanbul Sözleşmesi vardı. Sözleşme, gerici kesimlerce “Türk aile yapısına” uygun olmadığı ve erkekleri “mağdur” ettiği gerekçesiyle tartışmaya açılmıştı. Bir yıl sonra 8 Mart’a yaklaştığımız şu günlerde tartışma hâlâ sürerken kadınlar öldürülmeye devam ediyor. Biz de sayılı günler kalan Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle kadınları, şiddetten koruma…

Özge Demir

2011 yılında İstanbul’da imzaya açılması nedeniyle kısaca İstanbul Sözleşmesi olarak adlandırılan sözleşmenin adı aslında Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi. Türkiye sözleşmeyi AKP’nin iktidarda olduğu 2011 yılında imzaladı ve sözleşme 2014 yılında yürürlüğe girdi. 

Sözleşmenin temelini oluşturan 2009 tarihli Nahide Opuz – Türkiye davasına konu suç, eşinin Nahide Opuz’a defalarca  şiddet uygulaması ve hatta bıçaklı saldırı ve araçla ezme girişiminde bulunmasıdır. Ancak şiddeti uygulayan kişi her defasında ya kanıt yetersizliğinden bırakıldı ya da para cezası ile kurtuldu. Eşinin şiddetinden çocuklarını ve annesini de alıp kaçan Nahide Opuz’u bulan H.O, Nahide Opuz’un annesini silahla vurarak öldürdü. AİHM, Nahide Opuz kararında “aile içi şiddetin esas olarak kadınları etkilediğine ve Türkiye’deki genel ve ayrımcı adli pasifliğin, aile içi şiddeti teşvik eden bir atmosfer yarattığını” ifade etti. Devletin uygulamalarının ayrımcı olduğunu ve bunun da kadına yönelik şiddeti teşvik ettiğini açık bir biçimde dile getirdi. Sözleşme bu karardan sonra 2011 yılında İstanbul’da imzalandı. 

Sözleşme imzalanırken AKP iktidardaydı. Söz konusu sözleşmenin imzalanmasında en önemli katkının kadınların yıllardır süren mücadelesi olduğunu kesinlikle vurgulamak gerek. Kadınlar yıllardır hem örgütleniyor hem de şiddetin tüm boyutlarıyla mücadele veriyor. Dolayısıyla her ne kadar sözleşmenin altında AKP iktidarının imzası olsa da, AKP’ye bu imzayı attıran asıl etmen kadın mücadelesi. Ve ek olarak AKP’nin bu imzayı kadınları şiddetten korumaktan çok, uluslararası alanda hükümetin yargıya müdahaleleriyle gündeme gelen Türkiye’ye dair bir imaj düzeltme çabası niyetiyle attığını not edebiliriz.   

İlk kez bir sözleşmede kadına yönelik şiddetin bir ayrımcılık sonucu ortaya çıktığı belirtilmiştir. Sözleşme ev içi şiddeti “aile içerisinde, ev içinde veya daha önceki veya şu anki eşler veya partnerler arasında meydana gelen, failin aynı evi şu an veya daha önce şiddet mağduruyla paylaşıp paylaşmadığına bakılmaksızın fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddetin bütün türleri” olarak tanımlıyor. 

Şiddeti fiziksel, psikolojik, cinsel ve ekonomik şiddet olarak oldukça kapsamlı bir şekilde ele almasıyla da bir ilki gerçekleştiriyor. Kadına yönelik aile içi şiddet, cinsel istismar, tecavüzün, zorla ve erken evliliğin, namus ve töre cinayetlerinin, kadın sünnetinin, zorla kürtajın ve zorla kısırlaştırmanın bir insan hakkı ihlali olduğu vurgulanıyor.

Türk hukukunda yeri henüz olmayan ısrarlı takip de “Bir kişiyi hedef alan ve kişinin güvenliği açısından korku duymasına neden olacak şekilde tekrar eden, kasıtlı ve tehditkar davranışlardır.” olarak tanımlanıyor.

Sözleşmede toplumsal cinsiyet rollerinin doğurduğu ayrımcılık ile mücadele edildiği belirtiliyor. Bu anlamıyla aslında başlığı kadına yönelik olsa da sözleşme cinsel yönelimler dahil hiçbir ayrıma yer vermeksizin tüm gruplara yönelik şiddete karşı çıkıyor.

İstanbul sözleşmesi taraf devlete toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldıran politikalar geliştirmesini, bu politikaları özel sektör, sivil toplum örgütleri ve medya ile eş güdümlü olarak yürütülmesini ve farkındalığın artırılmasını, bu politikalar için mali kaynak ayırmasını ve istatistiksel veri toplamasını, inceleme yapmasını, uzmanların eğitilmesini, koordinasyon biriminin kurulmasını önleyicim müdahale ve tedavi programlarının geliştirilmesini, mağdurlara psikolojik, sağlık ve hukuksal destek hizmetlerinin sağlanmasını, sığınma evlerinin kurulmasını, acil yardım hatlarının açılmasını, çocuk tanıkları için koruma sağlanmasını, göçmen ve sığınmacıların korunması ve şiddetin önlenmesi için zihniyet değişikliğini sağlamak gibi yükümlülükler getiriyor.Tüm bunların yanı sıra, ayrımcılığın ortadan kalkmasına yönelik özellikle devlete hukuki yükümlülükler yüklüyor ve devleti ayrımcılığa karşı politika geliştirmeye itiyor. 

İstanbul Sözleşmesi’nin kadına yönelik şiddetle ilgili oldukça önemli haklar tanıdığı açıktır. Bu anlamıyla bir nevi can simidi olduğunu söylemek doğru olur. Ancak sözleşmenin eksik kaldığı noktalara işaret etmek gerekiyor.

Kadınların, erkeklerle eşit olmadığı fikrinin altında üretim tarzı (veya) kurulu sömürü ilişkileri var. Kadınlar çoğunlukla ev işleri ve bakım yükümlülüğü nedeniyle iş gücüne katılamıyor. Devletin kamusal sorumluluklarını satışa çıkarması sebebiyle yaşlı bakımevleri, kreşleri, çamaşırhaneleri, yemekhaneleri özelleştirmesi veya hiç açmaması ve hizmetlerinin tamamının kadınlar tarafından sağlanmasını ortaya çıkarmak için kadın ve erkeğin eşit olmadığı fikrine ihtiyaç var. Sözleşme şiddete karşı çıkarken sunduğu çözüm yollarına içinde yaşadığımız kapitalist düzenin ne kadar izin vereceği kısmı pek tartışılmıyor. “Kadına karşı şiddetin kaynağı eşitsizliktir” derken bu eşitsizliğin temelindeki sınıfsal mekanizmalara da değinmiyor. 

ilk kez 2007 yılında yayınlanan Toplumcu Anayasa, kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin ve dolayısıyla bu eşitsizlikten köken alan kadına yönelik her türlü baskı ve şiddetin ortadan kalktığı bir toplumu öngörmektedir. İstanbul Sözleşmesi’nin iptal talebini kuşkusuz gerici iktidarın yeni bir saldırısı olarak kavramak, buna karşı durmak gerekir. Ancak kadına karşı şiddeti tamamen ortadan kaldırmak ve cinsiyetler arasındaki eşitsizliğin ortadan kalkması için Toplumcu Anayasa’nın hayat bulduğu toplumu yaratılmalıdır.