10 Kasım ve üç saray

Barutu erken tükenmişti 1923’ün. Kuruluş ilkelerini ve söylemlerini ileri noktalara taşıyacak, bu anlamda geri verilmesine, kaybedilmesine de direnebilecek biricik gücü, solu ve emekçileri karşı safa koyarak yok etmeye koyulduğunda, saat 9’u geçmeye başlamıştı kendisi için de...

Asaf Güven Aksel

Kimindir sözler bilmiyorum, ama çocuk yaşta yazılmıştır zihnimize kuşaklar boyu, bu şiirimsi tekerlememsi ağıt.

“Saat 9’u 5 geçe / Atam Dolmabahçe’de...”

Bunca yıl sonra hatırlatan, 10 Kasım’ın yıldönümü değil sadece. Belki de, “geçe-bahçe” ses kullanımının ötesinde bir anlama kavuşmasıdır, saat ve yer bildiren bu ölüm haberinin.

Dolmabahçe. Orada Mustafa Kemal’in ölmesi, bir faninin kaçınılmaz sonunu imlemiyor olabilir bugünden bakınca.

Dolmabahçe. Padişahlar sarayına yerleşmiş bir cumhurbaşkanının ölümü bu.

Saltanatın ve hilafetin merkezini, onları yıkarak ele geçirmiş bir yeni rejimin, cumhuriyetin varlığının altını çizme bu dize, bir noktada.

Dolmabahçe’de. Bir cumhurbaşkanı. Öldü, ama Dolmabahçe’deydi! O yılların meydan okuması bu.

İkinci bir anlama geçiliyor buradan, bu basit çocuk şiirinde. Şu saat itibariyle, sarayı ele geçiren yeni rejimin de ölümüdür bahsedilen. Dolmabahçe’de.

Gerisi çürümedir artık, fizik varlığın sona ermesini izleyecek, hatıralardan silinme sürecidir.

Saat 9’u 5 geçe.

Doktor kalkamamış, lambaları yakamamış, çaresine bakamamıştır işte. Gitmektedir elden.

Saray, bir kez daha düşmeye, el değiştirmeye yüz tutmuştur bir ölümle.

Doktoru değil, halkı kaldıracak bir kudretten yoksun, yani ölüme yazgılı bir sınıfın rejimine mekân tutulan, Dolmabahçe’de.

* * *

Geç bir burjuva devrimi, tek başına tanımlamıyor, önderinin ölüm yıldönümünde anımsadığımız bu rejimin inşasını. Dolmabahçe’ye “Sultan Sarayı” demeyi sürdüren Bolşeviklerin, yine bugünlerde kutladığımız devriminin, Ekim’in bir tasarı olmaktan çıkarıp gerçekliğe dönüştürdüğü sosyalizmin varlığı da belirlemişti kuruluş dönemini.

Öncüllerinden ve benzerlerinden oldukça radikal hatlarla ayrılan, aydınlanmacı, planlamacı, kamuya ağırlık veren, yıktığı rejimin bütün kalıntılarıyla sert hesaplaşmalara giren tavrıyla, emperyalizme karşı mücadele içinde oluşan bir bilinçle, toplumu tebaadan yurttaşa taşımaya yönelik Jakoben hamleleriyle birlikte, ülkemizin tarihsel ileri adımını temsil eden 1923 Cumhuriyeti’nin harcında, hemen yanı başındaki bu devrimin de payı vardı.

O devrim, sınıfsal temeliyle zıt olduğu bir başka devrime, bu yıkıcı ve kurucu iradeyi olumlayarak, ama niteliği konusunda hiçbir hayale kapılmadan, emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadelesinde dost elini uzatmıştı.

1923 Cumhuriyeti’nin sınırları, bu elin önce ikircikli tutulması, sonra kendi karakterini öne çıkararak korkuyla itmesiyle çizilmişti.

Barutu erken tükenmişti 1923’ün. Kuruluş ilkelerini ve söylemlerini ileri noktalara taşıyacak, bu anlamda geri verilmesine, kaybedilmesine de direnebilecek biricik gücü, solu ve emekçileri karşı safa koyarak yok etmeye koyulduğunda, saat 9’u geçmeye başlamıştı kendisi için de...

* * *

Ve 9’u 5 geçe, Dolmabahçe’de ölmesi bir cumhurbaşkanının, yelkovan saatin kadranında ilerledikçe, bir rejimin de ölüm döşeğine serilmesine varmak zorundaydı.

Bir başka çocukluk ezberimizin 10 Kasım şiirinde denildiği gibi, sarsılıyordu yedi tepe, yaman esmişti Dolmabahçe’de rüzgâr... Sarsılıyordu... O ki, toplum doymamıştı devrime, o rejime kara topraklar doysundu, belleğimizdeki dizelerle...

* * *

Saat henüz 9’u 5 geçmemişken, Mustafa Kemal’e bir “hacı”nın mülkiyetindeki bataklık, sazlık bir arazi armağan edilmişti. Dudak kıvrılmıştı, hiçbir şey olmazdı o araziden. Öyle demişti uzmanlar, kurutulması bile boşa zahmetti. Saat, bir yeni rejimin heyecanı saatleriydi oysa. Kollar sıvanmış ve bir bataklığın verimli araziye çevrilebileceği, doğaya iyileştirme yönünde müdahale edilebileceği, bir sembolik anlama taşınıvermişti. 1923 Cumhuriyeti, bozkır başkentinin bataklık arazisini, tarıma, hayvancılığa, şıracılığa, çiçeklendirmeye elverişli bir yere çevirmeye muktedir olduğunu kanıtlamakta kullanmıştı bu “olmaz” denilen şeyi. Emek ve irade, demişti, engel tanımaz. Doğanın ve toplumun dönüşümünü örnekleyecekti. Başarmıştı da. Orman Çiftliği böyle doğmuş, devrimci iradenin nişanesi gibi yeşile dönmüştü. Endüstriyel çalışma sahasıydı, fabrikaydı, seraydı, üründü şimdi o bataklıkta yükselen...

Ama saat ilerliyordu, atılım enerjisi geriliyordu...

* * *

76 yıl olmuş Mustafa Kemal Dolmabahçe’de öleli.

O saray, şimdi rantçıların, tarih yıkıcılarının elinde, her an çökmesi beklenen bir çürük binadır.

Atatürk Orman Çiftliği, haraç mezattır.

Gericilik, saltanat ve hilafet düşkünlüğü, 1923’ün, 1938’de orada olduğunu, bir cumhuriyet olduğunu 10 Kasım şiirinde bile ilan ederken, rövanşı “şimdi biz yine oradayız” nidasıyla almaya hiç yeltenmemiştir bile.

Çok daha sert vurmuştur darbesini.

Bir bataklıktan eşsiz bir verimli toprak mı yaratmıştınız, diye sormuştur. Dokunulmaz mı ilan etmiştiniz? Koruyacak mıydınız? Bu muydu sembolik gösteriniz? Kurucu irade miydiniz?

Sert vurmuştur.

Tam oraya, tarihi de yasaları da çiğneyerek, durdurulamazlığını göze sokarcasına, bir saray inşa ettirmiştir.

Cumhurbaşkanı sıfatlı bir sultan özentisini, oraya yerleştirmiştir. Merdivenlerinden ihtişam yansısın diye, dersini çalışmamış sözlüdeki öğrenci duruşundan heybet çıkarmaya heveslilere pozlar verilmiştir.

Bağımsızlık marşına, mehteran ezgisiyle, ritmiyle yorum katarak yapılmıştır tanıtımı.

Yurtta ve cihanda harp çılgını, gerici, faşist, bütün değerleri piyasanın ayakları altına seren, taşı, toprağı, suyu satan, emperyalizmin kulu, dinci bir rejim, sarayını Atatürk Orman Çiftliği’ne dikmiştir tarihten bütün hıncını çıkarırcasına...

Ve elinden saat 9’u 5 geçe hıçkırıklara boğulmak dışında bir şey gelmeyenler, durup izlemiştir bu öç inşasını. Yıkılmış bir rejimin burcuna dikilen bayrağı...

* * *

Amacımız, Dolmabahçe’de ölen bir cumhuriyet önderine saygısızlık olarak algılanacak anımsatmalarda bulunmak değil.

Ama, ne 29 Ekim’lerde kutlanacak, ne 10 Kasım’larda ağıda duracak bir takvim yaprağı çevrilmektedir uzun yıllardır Türkiye’de. Boştur yapraklar ve yeniden yazılmayı beklemektedir, bir anlamla buluşmak için.

Atatürk Orman Çiftliği’ne dikilen o sarayı yıkmaktan imtina edenleri, o sarayın neyi ifade ettiğini bilince çıkaramadan törensel “kıvanç ve tasa”da ortaklaşanları sarsmalıdır bu 10 Kasım.

Şimdi çürümeye terk edilmiş bir saraydan kalkan cenazeyi bir faninin kaçınılmaz sonu olarak görme aymazlığı eşlik ediyorsa ağıtlara, korunacak ve kollanacak bir emanetinin kaldığı yanılsaması süregeliyorsa, bir diktatörün yeni inşa edilmiş sarayına bakılmalıdır.

Bu 10 Kasım, fethedilmesi gereken bir iktidara yürümenin zorunluluğunu imlemelidir.

Ve bu iktidarın sınıfsal karakterinin ne olması gerektiğini, 1917’de, Kışlık Saray’a yürüyenler göstermektedir.

Dolmabahçe’yi anlamak ve tarihsel konumuna oturtmak, Ak-saray’ı, bu gericiliğin ve paranın saltanat binasını yıkmak, Kışlık Saray’ı topa tutanlarla mümkündür artık...

Bunun dışında, bir bataklığı bitek araziye çevirmenin yolu yoktur.

Saat 9’u 5 geçe Dolmabahçe’de gözlerini kapayan halk bunu kavradıkça, karşıdevrimin sarayında rüzgâr yaman esecektir...

Ve ancak o zaman, yakın tarihimizin en önemli ilerleme hamlesi, bir emekçi iktidarına giden yolun merhalesi olarak, 10 Kasım’larda anılan önderiyle, toplumsal bellekte yeniden canlanacak, saygın yerini alacaktır.

Gerisi, bütün kaleleri düşmüş olan bir cumhuriyetin gömüldüğü karanlıkta dökülen gözyaşıdır, tekerlemedir, yalandır...