Nihat Behram anlatıyor: 'Hitler’den Kenan Evren’e mirastı, şimdi AKP sahiplendi!'

12 Eylül Darbesi’nin kanlı karanlık günlerinde Kenan Evren’in Hitler döneminden miras olarak sahiplendiği “vatandaşlıktan atma” uygulaması, bu kez de Kenan Evren’den miras olarak AKP tarafından sahiplenildi!

“Yurda dön” çağrısı ve bu çağrıya uymayanların Bakanlar Kurulu kararıyla “vatandaşlıktan çıkarılmaları” Kenan Evren döneminde de tıpkı Hitler dönemindeki gibi, birçok aydın, sanatçı ve politik mülteciye uygulanmıştı. Bu uygulamanın muhataplarından birisi de yazarımız Nihat Behram’dı. Behram “yurda dön, teslim ol” çağrısına uymadığı için Bakanlar Kurulu kararıyla TC vatandaşlığından çıkarılmış, 17 yıl yurdundan uzakta politik sürgün olarak yaşamış, “12 Eylül döneminde vatandaşlıktan çıkarmalara ilişkin yasa”nın iptali sonrasında “vatandaşlık hakları üstündeki faşist gaspın kalkmasıyla” yurduna dönebilmişti.

“Vatana ihanet” suçlamasıyla vatandaşlıktan çıkarıldığı o günlere ilişkin bir anısını Behram şöyle anlatıyor: “Vatandaşlıktan çıkarılanlara ilişkin bir de ek yasa varmış: bu kişilerin mal varlıklarına hazinece el konuluyormuş! O dönemde bu uygulamaya muhatap olanların ev, dükkan, vb gibi mal varlıklarına ve hesaplarına el konuldu. ‘Ne gibi mal varlığınız var’ sorusuna ben de muhatap oldum! Bu soruyu 6 daktilo sayfası yazıyla yanıtlamıştım! Yazıma, ‘ İlişikte mal varlığımın dökümünü sunuyorum’ diye başlamış, ‘777 bin km2 den oluşan, doğusunda Ağrı Dağı, batısında Ege Denizi, kuzeyinde Karadeniz, güneyinde Akdeniz olan’ diye sürdürmüş ve yurdum Anadolumun, bütün ova, dağ, orman, göl, nehirlerini birer birer sıralamış, ‘ yukarıda dökümünü yaptığım ve dedemin dedesinden bu yana mirasçısı ve o topraklarda doğmakla yurdum olarak sahibi bulunduğum mal varlığım bugün faşist gasp altındadır, bu gaspa karşı demokrasi ve insan hakları saflarında mücadelemi sürdürmekteyim, bilginize arz olunur!’ diye noktalayıp, mal varlığımı soranlara iletmiştim”

“Vatandaşlıktan çıkarılma” kararı gazetelerde duyurulduğunda Behram Almanya Hollanda sınırında kaldığı bir köyde “Gurbet” adlı romana çalışıyordu. Haber ulaştığı günlerde yazdığı “Papatyalar, Bebeğim, Berlin Toplantısı, Karakargalar, Sülükler ve Hainler” başlıklı yazısını o dönemde Köln’de çıkan “Emeğin Sesi” dergisinde yayımlamıştı (1986). “Özlemin Dili Olsa” kitabından kısaltarak aldığımız o yazısı bir bölümüyle şöyle:

Papatyalar, Bebeğim, Berlin Toplantısı, Karakargalar, Sülükler ve Hainler...

Yaşadığım köy, Almanya’nın Hollanda sınırına yakın küçük bir köy. Birkaç aydır bu küçük köyde, beş evin birleştirilmesinden oluşturulmuş “Avrupa Çevirmenler Birliği” isimli kültür merkezinde kalıyorum. Her odanın duvarlarında sıra sıra kitaplar, binlerce kitap. Bu merkez Heinrich Böll, Samuel Beckett, Max Frisch gibi yazarların himayesinde kurulmuş. Diğer dillerden Almanca’ya, Almanca’dan diğer dillere çeviri yapan çevirmenler gelip burada çalışıyorlar. Çalışmak isteyen insan için her tür koşul hazırlanmış. Aklıma, kendi yurdumuzdaki nice değerli çevirmenin çalışma koşulları geliyor. Zorlukları yetmiyormuş gibi, bir de çalışmalarının sonuçları nedeniyle, başlarının beladan kurtulmayışı. Yazıktır ki, kendi sanatçısının yolunu kesen bir toplumun çocuklarıyız.

Odalarda insanlar çalışıyor. Fakat dışarda cıvıldaşan serçelerin seslerinden başka ses yok. Tek daktilo sesi benim çalıştığım odadan yayılıyor. Çünkü diğer odalarda bilgisayarda çalışıyorlar. Çalışırken kendimi büyük kent caddelerinde dolaşan taşralı gibi hissediyorum. Ve bu bana garip bir haz, hınzırca bir sevinç ve gülümseme veriyor.

Küçük bir köy, fakat birkaç dükkandan oluşan çarşısındaki butiklerin uyumundan, köpeğiyle konuşarak kahvesini içen şık-yaşlı kadının sesine kadar her yerde o “büyük kapitalizmin” uğultusu duyuluyor. Yani hikâyemiz yine aynı “hikâye”: içindeki gürültü büyük kentin gürültüsünde yitip gitmesin diye çırpınan taşralının hikâyesi...

Bugün Pazar. Kaldığım evin yanındaki kilisenin çanları, sabahın erken saatinden çalmaya başladı. Hiçbir şeyden habersiz, sessizce kaderimi paylaşan, benimle birlikte oradan oraya taşınan bebeciğim Mavi uyanıyor, ona kavalla bir ezgi üflüyorum. Her seferinde aynı şaşkınlıkla gözlerini kocaman açıp, bu ses cümbüşünü izliyor. Sonra avuç içindeki bir kelebek gibi çırpınmaya başlıyor.

Pencereleri açıp, pencere önüne ektiğim papatyaları suluyorum. Yanımızdaki dar sokaktan kiliseye doğru insanlar geçiyor. Odaya dolan rüzgâr, masamın üstündeki notlarımı uçuşturuyor. Ben yetişmeden Mavi kapıyor birisini, elleri ve ağzıyla çekiştirip duruyor. Berlin’de yapacağım konuşma için işaretlenmiş boş bir sayfa...

İçimde garip bir keder var. Fakat sabahın taze ışınlarıyla sarınan bir keder. Özlemlerin, kırgınlıkların, yalnızlıkların, sevinçlerin bir Kafkasya çorbası gibi karmakarışık olduğu bir duygu...

Saat on’a doğru İsveç’ten Demir Özlü telefon etti. Sesinde kardeşçe, sevecen bir içtenlik. Kısaca “Boş ver!” dedi, “Ve beni her zaman yanında bil, kardeşinden ayrı sayma. Kafanın bir yanında, daraldığın bir anda buraya gelebileceğin olsun. Sen Türkiye’nin yetiştirdiği değerli yazarlardan birisin, canını sıkma, yaşamamız gereken süreçlerdi bunlar...”

Yeni kunduralarıyla yürüyen insanların ayak sesleri ve kilise çanları yine dolduruyor sokağı. Mavi boş biberonuyla oynuyor. Papatyalar esinti altında usul usul salınıyor. Berlin sayfasına, “Ay sonunda Demir Özlü de Berlin’de olacak” diye bir not yazıyorum.

Kilisede dini şarkılar söylenmeye başlandı...Shakespeare’nin bir sözünü anımsıyorum: “Kaderimi belki değiştiremem, ama aklıma yatmayan şeylere de boyun eğemem!”

Kaldığım köyde birkaç Almanca gazete dışında gazete yok. Burada olduğum zamanlar, dünyada olup bitenleri radyodan izlemeye çalışıyorum. Ve dostlarımdan, insani ilişkiler temelinde köklenmiş dostlarımdan gelen haberler. Gülüşlerinden selamlaşmalarına dek her şeylerini, dar siyasetçiliğin terazisinde ölçüye, kiloya vuran insanlardan değil. Acılarını ve sevinçlerini gerçeğin sınırsız boyutlarında yaşayan insanlardan. “Resmi görevi” olsa da, yüreği sivil dostlarımdan...

Celal bir bankada çalışıyor. İçini dişleyen bir işte. İstiyor ki ilk gençlik günlerindeki gibi, yine, koynunda karış karış şiirlerin dolu olduğu bir hayatı olsun. Yazık ki hayat onu, bir bankada tutukladı. Cezaevinde direnen bir insan gibi duygularında direnmeye çalışıyor. İstanbul’dan aradı telefonla. Sesi çok uzaktan geliyor. Daha güzel şeyleri konuşamıyor olmanın ezikliğiyle zaman zaman duraksıyor: “Gazetelerde yurttaşlıktan çıkarıldığına dair bir yığın iftira işte! Üzülmeye değmez, bu onlar için bir yenilgidir...”

Sonra babamın, “Evladım, vatan sağ olsun, vatanın gerçek evlatları sağ olsun, senin canın sağ olsun!” diyen, göğsünde yuvalanan derin sesi. Belki de bakkaldan gazetesini alırken, bir Tercüman okuru, oğlu hakkındaki haberi yine sesli okudu! Ve babamın gözleriyle ezilip sustu!

Demek ki sonunda, “Bakanlar” sıfatlı, demokrasi karşıtı bir kurul toplanıp, hakkımda, “vatandaşlıktan atılma” kararı verdi. Nedeni: “İçerde ve dışarda Türkiye aleyhinde çalışmak!”

Aleyhinde çalıştığım bir şey varsa, o da, benim sevgili yurdum değil, onun yönetimindeki gayrı milli, antidemokratik güçlerdir. Ben sadece, halkının acıları ve sevinçlerini kendi acıları ve sevinçleri bilen bir yüreğin sahibi; duyguları ve düşünceleriyle halkı için çırpınan, dünyanın bütün mazlum halk ve ulusları için çırpınan sıra neferi bir şairim. Hakkımdaki kararı önemsemiyorum. Çünkü geçerli değil. Çünkü o karar, bu duyguların sahibi olmayan, halkını ve yurdunu pazarlık masalarının konusu yapan, insanlık ve demokrasi karşıtı güçlerce alınmıştır. Kağıt üstü bir karardır. Halk bir gün yırtar atar böylesi kararları. Altında imzası olanlardan hesap sorar....

Neler yapmışım: kendimi demokrasi, özgürlük ve insanca yaşama mücadelesine savurmuşum. Neden yapmışım bunu? Gayet açık: çünkü özgürlük, demokrasi ve insanca yaşanacak bir hayatın, halkımın ve yurdumun aşığıyım.

Yazık ki bizler, kendi sanatçısının önünü kesen bir toplumun çocuklarıyız. Bunu, yurdumdaki dönemlerde olduğu gibi, gurbet yıllarında da bizzat kendi üstümde sayısız biçimleriyle yaşadım. En basiti: konuğu olduğum uluslararası festival ve toplantılarda, diğer ülkelerin yöneticileri, yazar ve sanatçılarıyla övünme yarışına girerken, “bizimkiler” ajanlarıyla peşimizde koku, iz süregeldiler.

Asıl acı olan nokta ise (iyi niyetli, içten bir avuçluk kesimi hariç) aydınlarımızdan siyaset dünyamıza kadar yaygınlaşmış olan vurdumduymazlıktır. Uyuşuk ve duyarsızca, kara bir suskunluk perdesinin altında yatılıyor olunmasıdır. Güdümlü bir yaşamın kabullenilişidir. Dürüst olan kesimi zaten büyük oranda darmadağın bir hayatın içine savruldu, baskı ve acıların hedefi oldular. ..

.....

İnsanlarımız önemli bir şeyleri yitirdi. Hayatın ölçüsü gibi bir şeyleri. İnsanlarımız bir şeyleri yitirmenin karşısındaki acıyı yitirdi. Yaşanan şeylere karşı duyarlı olmayı yitirdi. Kullandıkları kelimeleri duygu özüyle de solumanın anlamını yitirdi... Yurtsever bir şairin yurttaşlıktan atılma kararına sessiz kalmamaktan daha sıradan bir demokratlık, yurtseverlik ölçüsü olabilir mi? “Demokrasi havarisi” geçinen bir hükümetin anti demokratlığına, bu kararından daha basit bir gösterge olabilir mi? Bu kararın karşısında, doğal bir sonucu bekler gibi sessiz kalanlar da (kararcılar) kadar demokrasi suçlularıdır.

....

Her gün alışveriş yaptığımız dükkanda çalışan kız, gelinlik içinde, çevresinde insanlar, sokaktan geçiyor. Kiliseye doğru gidiyorlar. İşte köyde yaşıyor olmanın bir görüntüsü daha. Geçen gün kasada para ödediğim kız, sanki bir yakınım gibi! Çevresindeki kalabalık içinde de tanıdıklarım var. Kahvedeki garson, postacı, kasabın karısı...

Ataol’la konuştum. Arkadaşlarımın Avustralya’dan onunla bana bir şeyler yolladığını söyledi. Kokularını duyar gibi oldum. Alel acele süslenip bir mektup yazma duygusuyla doldum. Kardeşimin telefondaki sesinde kardeşçe bir keder. “Binlerce sebep var çünkü kederli olmasına”. Paris’ten İsmail ile konuştum. Telefondaki sesi karşıki sokakta gibi. “Çok yakında gibisin” dedim. “Bizler yakın insanlarız” diye yanıtladı. Dört yılımın geçtiği Paris hâlâ kafamın içinde uğulduyor. Mavi ile Paris’te doğduğu hastahanenin önünde kolkola gezecek kadar yaşayabilecek miyim, bilmiyorum. Çalışırken, sümüklüböcek gibi ayaklarımın dibinde dolaşıyor şimdi...

Benim için dünyanın en güzel yurdunun en güzel sahillerinden, benim için dünyanın en güzel diliyle, dünyanın en güzel yürekli insanlarından biri tarafından yazılmış bir mektup geldi. Eşsiz yürekli şair dostum Metin’in (Demirtaş) kartını dünden beri dönüp dönüp okuyorum. Akdeniz sahilinde bebeğim için, benzeri yavrucuklarımız için bir portakal fidanı diktiğini yazıyor. (Zarfa, fidan önünde Ahmed Arif’le çektirdiği fotoğraf ekli. Arkasında “Şair amcalarından Mavi’ye” notu.) İşte budur önemli olan. İnsanın bu kökleri kesilebilir mi? Aslan yürekli dostum, “Şiirlerin sahil boyunca yanımda dolaştı, Akdeniz rüzgârı aldı. Şimdi bir arkadaşta. Ondan başka bir arkadaşa geçecek” diyor.

Bebeğim sabırsızlıkla büyümek istiyor. Sürünerek gitmiş, parmağını prize sokmak isterken yakaladım. Boş bir priz alıp parmağını sokması için pusu kurdum! Prizi kurcaladığı parmağını arkadan usul usul ısırdım. Sert ısırmaya ben kıyamıyorum, usul ısırsam o uslanmıyor!

Kilisenin çanları yine başladı. Pazarları işte böyle. Uzanıp pencereden “Cennet de bu dünyada cehennem de” diye bağırasım geliyor. Huzursuzluğumla huzursuz kıldığım karım, “Çan seslerini şarkı dinler gibi dinlemeye çalış” diyor.

...

Dışarda hafif bir esinti başladı. Bebeğim çoktan uyudu. Onun işi büyüme savaşı...

İçimde Fırat boylarında dört nala at koşturma duyguları...

Halkımın yoksul harmanına, damarlarına sülükler üşüşmüş....

Sevgili güzel yurdumun bağrında hain hesapların yaraları....

“Telefon” diye seslendiler. Bir koşu yetiştim. Server Hoca (Tanilli). Cevher beyni, yiğit yüreğiyle, içinde insanlık ateşinin sönümsüz olduğu ne kadar güzel bir insan. “Bu sorun sadece senin sorunun değil, hepimizin sorunu. Kendini yalnız hissetme, güzel Türkiye’mizden, onun gerçek evlatlarını koparmaya kimsenin gücü yetmez....”

Papatyaların yüzünde sabah verdiğim suyun tadı var. Berlin notları yazılmak için beni bekliyor. Yazmaya başlıyorum: “Kültür, Demokrasi Savaşı ve Aydınlar”...

1986