‘Neftî bir ölüm’

İki paket Samsun sigarası var öyküde, bir de tükenmez kalem. Kalemle, yırtılmış Samsun paketlerinden birinin kâğıdının iç yüzüne, “Ağbeyime bir kız adı bulmak düştü. Selam. 21 Mart 1978/Oda no: 307, Tel: 323” yazılmış, imzalanmış. Bu paketin kâğıdı, açılınca görüleceği bir kapı aralığına sıkıştırılmış... Bu, doğum sevinciymiş.

Asaf Güven Aksel

Diğer Samsun paketi, içindeki birkaç sigarayla birlikte ezilmiş, parçalanmış. O tükenmez kalem, kırılmış... Bu, ölüm demekmiş.

İki paket sigara, bir tükenmez kalemmiş tanıklar. Bir kıza ad bulunmuş: Türküler. Bir ölü morga bırakılmış: İlhan.

İlhan, 5 Kasım 1980’de nezarete götürülürken, uyandırmaya kıyamamış Türküler’i, öpmüş de ayrılmış. Dipçikler, tekmeler, yumruklarla düştüğü yerden doğrulduğunda, başçavuşa bunu söylemiş. “Küçük kızımı uyandırmaya kıyamadan buraya geldim, bizi dövdürmeyin!” Durmamışlar. İlhan, 7 Kasım 1980’de “nefes alamıyorum!” demiş...

Türküler, bir daha İlhan’ı görememiş. Türküler’in kardeşi Alaz için, İlhan, bir fotoğraf olarak kalmış.

Bütün bunlar, ağabeyinin gözleri önünde olmuş. İlk Samsun paketiyle müjdeyi alan da, ikinci Samsun paketi kendisine teslim edilen de, ağabeyi Muzaffer’miş. Birkaç ranza ötesinde yatan kardeşi, ilk kez “hadi eyvallah” demeden ayrılmış ondan.

Bu öyküde, her yağmurda su alan ayakkabılardan geçilmiş, kanlı bir paltoya varılmış.

Aslında, bu öykü, ne kadar çok insanın yaşamına paralel akıp gidermiş de, kahramanının adını öğrenmek, bir ölüm haberiyle, bir ölüm ilanıyla, o kahraman veda ettikten sonra mümkün olacakmış. 1960’ların sonlarından başlayarak, bütün kuşaklar, Marks’ı, Engels’i Lenin’i, Stalin’i, Mao’yu, sosyalizmin temel yapıtlarını Sol Yayınları’ndan, bilimin, sosyolojinin, tarihin temel yapıtlarını Onur Yayınları’ndan okumuşlardı da, çoğunluk, bunu mümkün kılan emekçinin adını sormamıştı. Muzaffer Erdost bilinirdi, ama, İlhan Erdost’u, yakınları dışında kalan büyük bir kesim, 7 Kasım 1980’de tanıdı. Devlet, elimizdeki kitabı bize ulaştıranları, bizden daha iyi tanıdığı için...

“İbrahim oğlu Yusuf’un, kerpiç evinden ve linyit kokan ocağından, yoksulluğundan ve hüznünden büyüttüğü” İlhan Erdost, 1944’te doğmuş. 36 yıl yaşamış. Bu yaşamda, Hukuk Fakültesi’ni tek ders yüzünden bitirememenin, tabanca alacağı bir oğula sahip olamamanın hüznü dışında, en küçük şeylerden bile “sevinç devşirme” görülmüş hep. Hep emek varmış bu yaşamda, hep kitaplar, hep göz nuru...

Sol Yayınları’nın, Onur Yayınları’nın kitapları gibi bir yaşam. Sade. İçeriğine güvenen. Eşitlikçi. Sağlam. Tabii ki baskı, yasak, gözaltı. Yayınladığı kitaplarla aynı yolun yolcusu bir adam.

İlhan ve Muzaffer Erdost’un yaşamları, birbirinden ayrı anlatılamıyor. Çocuk yaşta Anadolu bozkırından çıkıp Ankara’ya, ağabeyinin yanına gelen İlhan, kent yaşamına, 27 Mayıs’a doğru giden bir ortamda tanık oluyor. Ağabeyi, şiirler, makaleler yazan, siyasal hareketliliğin göbeğinde yer alan, tutuklanmalarla, cezaevleriyle içli dışlı bir figür olarak sarıp sarmalıyor İlhan’ı.  Kurdukları Sol Yayınları’nın sorumluluğu üzerinde olan Muzaffer Erdost’un peşinde, soruşturmalarda, yargılanmalarda, tutuklanmalarda dolaşıp duruyor, ailenin geçimini, yayınevinin aksamamasını sırtlanıyor.

Bu süreçte, ağabeyinden fazlasıyla aşina olduğu bir şeyi hiç yaşamıyor İlhan Erdost. Gözaltına alınmıyor. 5 Kasım 1980’e kadar. 12 Eylül faşizmi, hep bir arada olmuş, yalnızca Muzaffer Erdost’un “zorunlu ayrılıkları”nda hasret çekmiş iki kardeşi, bu kez birbirine kelepçeliyor.  Ve bu ilk, İlhan için son da oluyor.

İlhan Erdost, yayınladığı kitapların elden ele gezdiğini, satırlarının altının çizildiğini, sayfa numaralarının alıntılarda ezberden söylendiğini, tartışmalarda masaların üzerine yığıldığını görmüştü. Bu aydınlanmadaki payının gururunu taşımıştı sessizce, uzaktan. Ama o, emeğinin, alevlere atıldığını da görmüştü bir gün. Toprağa, suya gömüldüğünü. Suç aletine, korku nesnesine dönüştürüldüğünü. İlhan, elleri kelepçeli halde dövülerek öldürülürken, bacalardan çıkan iğrenç bir duman kaplıyordu gökyüzünü. İlhan’ın son sözü “nefes alamıyorum”du...

Onur Yayınları’nın ilk kitabı olarak, Darwin’in yapıtını seçmişti İlhan Erdost: “İnsanın Türeyişi”... Türemişti insan ve kitaplar okumuş, kitaplar yakmış, aydınlık için savaşmış, karanlık adına öldürmüştü. Türemişti insan, sınıflara ayrılmıştı.

İlhan ve Muzaffer Erdost’un gözaltına alınma ve sonra tutuklanma gerekçesi olan kitap da anlamlıdır. Engels’in, “Doğanın Diyalektiği”... İnsan, doğa, türeyiş, diyalektik... Bir ülkenin aydınlanmasında pay sahibi kitaplara, bir astsubayın, “10 yaşındaki bebeleri zehirlediniz” öfkesiyle yaklaşması, bütün bunlar çerçevesinde anlaşılabilir bir şeydir. İlhan’ın biri iki yaşında, biri birkaç aylık iki bebesinden, “bir konuda danışılacağı” söylenerek koparılması; iki gündür gözaltında olan ağabeyinin yanına götürülüp, onunla birlikte tutuklanması ve Mamak Askeri Cezaevi’ne yol alan taşıtta ölesiye dövülmesi, izahı mümkün bir şeydir.  Zaman zaman, bu anlaşılabilirliğin, bu izahı mümkünlüğün soğuk yüzünden kaçasınız gelince sığınırsınız öykülemeye.

Bu öyküde, bir Samsun paketi, doğan bir kız ve bir tükenmez kalem var. Sonra, tekmeyle ezilmiş bir Samsun paketi, dipçikle parçalanmış bir tükenmez kalem, kanlı bir palto, kırık kaburgalar, çantada birkaç çamaşır, ölen bir adam ve bir ayakkabı teki var... Bir ayakkabı teki!

Ve bu öyküde İlhan Erdost var, yüzlerce, yüzlerce kitap var. O kitaplarda, elimize bulaşan kan var. O kitaplarda, İlhan’ın üzerimizde kalan hakkı var.

Metin Demirtaş, kesilen bacağını İlhan’ın tamamladığı şair, “neftî bir ölüm” olarak tanımlıyordu onu aramızdan alan şeyi. Bizim o ölümden alacağımız var...